Duyularımız açık olmalı gerçeğe… Mânâ dünyamızı yeşertmeyen gündemlerden uzak kalmayı başarmalıyız! Gönlümüzün kulağı hakikate duyarlı olmalı… Gözlerimiz gerçeğe daha keskin…
Bir yanıyla sevgiliyle buluşma, diğer yanıyla yürek duyumlarının ahenkle arttığı bir şölene çevirmeliyiz hayatımızı.
Kızgınlıklar daha az olmalı, öfkeler taşmamalı…
Sözler hesap edilerek edilmeli…
Dur, düşün, yap kelimeleri daha anlamlı olmalı bizler için…
Kıymet bilmeliyiz. Bir zeytin tanesinin, bir ekmek kırıntısının…
Bunu başaramazsak eğer yeşertmez hiçbir yağmur o zaman ölmüş kalbimizi…
Yakınlarımızla sınırlı tutarsak şefkatimizi anlayamayız yüceler yücesi Rabbimizin taşan rahmetini…
Ekmeğini, suyunu bölüşemeyenin duygusunu, gönlünü bölüşmesi mümkün müdür? Değil elbette…
Üleşemeyen, paylaşamayan bir kalbin bütün olması, hakikati kavraması elbette beklenemez… O kalp kırılıp paramparça olan bir ayna gibidir… Kesrete mahkûm olmuştur. Her parça da kendini görür ve asla kimseyle yürekdaş olamaz.
…
Sözü infaka getirmek ve bu konuyu en iyi anlatan bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizinle… Bu yaşanmış hikayeyi ister bastırarak saklayın ve bazı manevi sorunlar yaşadığınızda çıkarın okuyun. İsterseniz gönlünüze kaydedin ve oradan okuyun.
Tercih size kalmış.
Bu hikayede Haluk Nurbaki hazretleri bize sanki şunları söylüyor:
Ağrıyan kalbe infak reçete edilmelidir.
Sızlayan gönül ancak bununla derman bulur.
Ağlayan gözler, tutmayan eller infakla canlanabilir ancak…
İnfaksızlık gönlün çoraklaşmasıdır. Kupkuru olmaktır.
Kalbin kızgın çöle dönmesidir.
Gelin kalbimize infak yağmurları düşürelim. Ruhumuzun ızdırabı ancak böyle diner. Bunu bilelim.
Size aşağıda Dr. Haluk Nurbaki hazretleri ile 15 sene önce Üsküdar FM radyosunda yaptığım bir sohbeti sunacağım:
“— Hocam Yusuf un devesi öyküsü de var. Çok câzip çok enteresan bir öykü… Siz bizzat Yusuf’la da dostluk yaptınız. Yusuf kimdi, Yusuf’un devesi neydi? Bu öyküyü de sevgili dinleyicilerim adına istirham ediyorum.
— Ben Yusuf’un devesini makale olarak yazdım. Hem kitabımda bir bölümde bir konuyu izah ederken anlattım. Benim bu öyküdeki avantajım Yusuf’la tanışmam. Yusuf’un kendisi derviş değildi. Yusuf’un başından geçen öykü muhteşem bir derviş öyküsü idi. Yusuf Diyarbakır’lıydı. Onunla dostluğumuz vardı. Sık sık sohbet yapardık. Bir gün bir şeyi hatırlayamayınca kendisine takıldım. O da bana:
— Sen benim öykümü bilmiyorsun. Ben tamir edildikten sonra arada bir tıklayan tamirden geçmiş bir saat gibiyim, dedi.
— Ne oldu hayrola, dedim.
— Benim babam çok zengindi. Evimizde en aşağı yirmi otuz tane hizmetkâr çalışırdı. Bir gün mahallemize bir derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarına kendine tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı mekân tuttu. Babam çok Müslüman bir adamdı. “Bu derviş bu mahalleye geldi, bizde hamd-ü senalar olsun hali vakti yerinde bir aileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe saygı için hizmetkârlar götürmesin oğlum Yusuf götürsün” dedi. O zamanlar ben yedi yaşındaydım. Hakikaten sonra anladım ki, ben götürmesem adam kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok yardım etmek isteyenler olmuş ama derviş kabul etmemiş. Ama Yusuf’un o zengin ailenin biricik oğlu olduğunu ve kendisine saygı dolayısıyla çocuğun yemek getirdiğini görünce kabul etmiş. Yavaş yavaş ahbaplık peyda etmiş küçük Yusuf’la. Bir gün Yusuf’a:
— Yusuf sana bir deve yapayım ister misin, demiş.
— İstemez olur muyum derviş amca, demiş Yusuf.
— Öyleyse sen bana evden verdikleri yemeklerden gayri çerez getireceksin. Ama evin haberi olmayacak bundan demiş.
Bakın burada ne kadar büyük bir incelik var.
— Yalnız sen kendine ait çerezden bana vereceksin. Deve başka türlü olmaz. Çerezi baban gönderirse deveyi babana yaparım demiş.
Bunun üzerine Yusuf hakikaten gitmiş gelmiş. Derviş babaya çerez, üzüm falan getirmiş. Devamlı da soruyormuş devem ne kadar kaldı diye. Bu deve inşası için altı ay geçmiş. Bir gün derviş demiş ki:
— Müjde deven yarın tamamlanacak. İki gözü kaldı. İki tane badem getir gözünü de yapayım deve tamamlanacak, demiş.
Yusuf sabaha kadar uyumamış sevinçten. Sabah cebine iki tane badem koymuş gelmiş Derviş babaya. Kapıdan girmiş bakmış ki, derviş baba dünyasını değiştirmiş. Yusuf bana “Ne kadar üzüldüm anlatamam doktor bey” diyor. “Altı ayın ümidi bir anda sönüverdi. Sevdiğim bir insanın ölümü, bir taraftan devenin gaygubeti beni bayağı sarstı. Bademleri attım yere, eve gidip durumu haber verdim. Herkes seferber oldu… Dinî merasim yapıldı, derviş gömüldü gitti diyor.
Aradan on iki sene geçti. Ben ciddî olarak hastalandım diyor. Babam evvela Diyarbakır’daki doktorlara, sonra İstanbul’daki doktorlara götürdü. Hepsinden aldığı cevap:
— Şizofreni bu, tedavisi imkânsız, oldu.
Bu olay elli sene evvel geçmiş bir olaydı. Gerçekten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu.
Ama buna rağmen Yusuf’un babası Paris’te meşhur bir ruh doktoru olduğunu duymuş. Galiba Şarko idi, ona gitmişler o da:
— Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye’den geldiğine göre varlıklı birisin. Bu gibi hastalara yapılacak şey iyi bakılması için birisini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendi kendine yemek yiyemez. Kaşığı ağzına değil kulağına götürür. Soğukta soyunur oturur ve genellikle de zatürreeden ölürler. Sen buna ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar demiş.
Yusuf’un babası İstanbul’a gelince Yusuf’u akıl hastanesine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altına bir adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için Yusuf’u ölüme götürecek her türlü yanlışlardan alıkoyan bir bakıma tâbi tutuyor. Ama günün birinde Yusuf’un ateşi çıkıyor ve o belli meş’um akıbet onu buluyor ve zatürree oluyor.
Bundan sonraki olayları sana iki postada dinlettireceğim diyor Yusuf. Bunlardan birincisi benim hâlimi gören hastabakıcı ve de doktorların anlattıkları. İkincisi de ondan sonraki ben. Onlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu belirtiyorlar. Komaya girdiğimi seyrediyorlar. O zamanda ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan düşmesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu, fakat diyor Yusuf bana bakan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi. Memleketine, babasına telgraf çekmişler. “Oğlun dünyasını değiştirdi gel al” diye… Çünkü zatürree komasından çıkması o günkü tıbba göre imkânsız.
O sırada ben bir rüya görüyorum. Zaten her şeyi o rüyadan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyamdan önceki şizofrenik devrimi hatırlamıyorum diyor. Bir çöldeyim o ateşinde tesiriyle nasıl yanıyorum. Hem susuzum hem de güneş değdi değecek tepeme. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık canım çıkmak üzere. Hiçbir umudum yok, su denilen şeyin esamesi görünmüyor çölde diyor. Fakat uzaktan bir silüet fark ettim. Bir deve önünde bir adam bana yaklaşmaya başladı. Derhal tanıdım. Derviş baba bir devenin yularından tutmuş geliyordu.
— Yusuf deveni getirdim dedi ve beni tuttu deveye bindirdi.
Fakat bir şeyi unutamıyorum, devenin gözleri yoktu. Yani bana senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz bir deve getirmişti. Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahtalarla çevrili demir bir yataktayım. Etrafımda doktor ve hasta bakıcılar. Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç hatırlamıyorum.
Doktorların hayret ettiği şey benim normale dönmem. Zatürree komasından çıkmak mümkün değildi çıktım. Peki, şizofreniyi nasıl atlattım diye hayretler içersinde kaldılar. Böyle bir mucizeye biz ne rastladık, ne gördük. Olacağı varmış oldu dediler.
Yusuf’un cenazesini almaya gelen babası rahatlıkla Yusuf’u almış götürmüş. Hikâyeyi babasına da anlatmış. Bana diyor ki, doktorum derviş baba o kadar ince bir mimari ile kaderimi işlemiş ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana bir iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik kaderimi değiştirmek şeklinde olamazdı. Çünkü kadere müdahale ancak Fahr-i Kâinat sırrı ile olur. Fahr-i Kâinat sırrında “Sadaka ömrü tezyid eder” emrini alıyor ve çocuğa sadaka verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa ait olsun diye “Baban göndermesin” diyor. Kader ekranında ömrünü tezyid ediyor. Bambaşka bir âleme döndürüyor.
Yusuf derdi ki “Ah o benim devem! Ona bindiğim anda ne biçim bir kader değişimi oldu. İnsanların anlaması mümkün değil. Ben bile zor anladım” diyor. “Ben o olaydan sonra hayatta bir gün namazı terk etmedim” diyor. Derviş baba Yusuf’un maddesiyle beraber mânâsını da diriltiyor.”
Evet değerli dostlar. Damla Yayınlarından çıkan ‘Veliler Deryasından Katreler’ kitabından alıntıladığım bu yaşanmış gerçek hikaye üzerinde iyi düşünüldüğünde hayat paradigmamızı değiştirmeye adaydır…
Dr. Haluk Nurbaki hocamızın bıkmadan usanmadan anlattığı bir kavram olan infakın ne demek olduğunu anlamamızı sağlıyor.
Siz de bir deveniz olsun ister misiniz?
Hadi o zaman…
HABER NAME/ 06.01.2012
canbolatugur@gmail.com/ https://twitter.com/ugurcanbolat