YÖRÜK BİR NESLİN YATUK TORUNLARIYIZ

Lütfi AYHAN

            Hayatın özü hareket, ölümün en büyük belirtisi ise hareketsizliktir. Bu hal her türlü canlı için geçerlidir. Bizler öyle bir dinin, öyle bir kültürün, öyle bir medeniyetin, öyle bir Harsın mensuplarıyız ki adımıza “Yörük” denilmiş. Özgürlüğe düşkünlüğümüz bizleri yerleşik hayata geçme mevzuunda epey bir geciktirmiştir. Çünkü bize göre aynı yerde, aynı yurtta, aynı ülkede sürekli yaşamak “yosunlaşmaktır”. Bizim kültürümüz de millet, ülke, yurt,  değiştiremediği zaman, yani yerleşik hayata geçtiği dönemlerde, yazlık- kışlık kültürü ile bu hareketsizliği izale etmeye çalışır. Evliya çelebinin torunları olan bizler, bu gün tembellik diyarına oba kurmanın TABİ bir neticesi olarak OBEZİTE hastalığına düçar olmuşuz. Oysa Dünyada bu hastalığa en son yakalanacak millet bizleriz.                          

                Atıl Bedenler Yosunlaşmış Gönüller

           Orta Asyadan çıkıp ta Avrupa içlerine kadar, bazen atla, bazen yaya;  hem de fert olarak değil  ordu olarak, millet olarak,  sefer etmiş, fetihler yapmış, obalar, şehirler, devletler, yıkmış,  obalar, şehirler, devletler  kurmuş  bir neslin torunları ; 40 yılda Arap Yarımadasından çıkıp, o günün iki büyük süper gücü olan Bizans’ın yarısını,  Perslerin tamamını fethetmiş bir dinin  mensuplarıyız. Araba yokken, uçak yokken, bazen atla, bazen yayan, bazen tek başına, bazen kervanla dünyanın öbür ucuna din götüren, ilim götüren, mal götüren, fetih götüren  bir kültürün mirasçılılarıyız. 

                Bu gün, evet bu gün, uçağın, hızlı trenin, muhteşem otobüslerin,  güzel arabaların, kaliteli otobanların olduğu bir dönemde biz Müslümanların,(  Türk, Kürt, Arap, Acem…farketemz)  bedenlerimizin hantallaşmasını, ruhlarımızı adeta yosunlaşmasını  neyle açıklayabiliriz?  Bir km. ilerdeki okula, yaya veya bisikletle  gitmek istemeyen (veya ebveyni tarafından gönderilmeyen) genç çocuklara şunu hatırlatmak gerek: Bundan 1400 sene evvel alemlerin fahrı hepimiizn  Peygamberi  ve onun sahabeleri, Hicret için sıcakta, arkalarında düşman olduğu halde ıssız çöl yollarını geçerek, yarı aç, yarı tok, Mekke’den Medine’ye yaklaşık 500 km yürüyerek gittiler. Peygamberimiz aynı zorluğu TEBÜK seferinde de yaşamıştır. Yine peygamberimiz hacca umraye giden bizlerin bir kez çıkmaya çekindiği Hira mağarasına onlarca kez inip çıkmıştır. Hicrete aynı dağa Ebubekir efendimiizn kızı ve oğlu azık ve ahber götürmek için her gün inip çıkmışlardır.  Ali İmran 137 de Allah ;” Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün…” boşuna mı buyurdu.

                Doğrusu günümüz insanı, günümüz Müslümanı her yönden eski dönemlere göre çok daha büyük imkânlara sahip olmasına rağmen pek fazla gezmiyor. Hâlbuki seyahat özgürlüktür. Seyahat yosundan kurtulmaktır, Seyahat sıhhattir, seyahat Allah’ı, yarattıklarını, daha iyi tanımanın, üzerimizde biriken TEMBELLİK tozlarını atmaktır.Doğrusu ben de günümüz hastalıklarının başında yer alan hareketsizlik, seyahatsizlik hastalığına düçar olmuş biriyim.  Seyahat eden insanlar diğer insanlardan, gezip,  gören, seyahat eden halklar diğer kavimlerden, keşifler yapan milletler diğer milletlerden  her zaman üstün ve önde olmuşlardır.

              Yosunlaşma, atıl kalma hastalığından biraz olsun kurtulmak için bu yılı SEYAHAT YILI ilan ettim. Birkaç yere gittim. Son seyahatim Osmanlı Devletimizin ilk kurulduğu yer olan ATA YURDUMUZ SÖĞÜT  idi. Sabah 07,15 YHT treni ile başlayan yolculuğumuz 10 da Bilecik’te tamamlandı.   Bilecik’te Manevi atalarımızdan şeyh Edebali ve Mal Hatun türbesini ziyaret ettik. Sonra ver elini Söğüt.  Söğüt’te Ertuğrul Gazi ve Dursun fakih dedelerimizin türbesini ziyaret ettikten sonra, ERTUĞRUL dedemizin (dolayısı ile Osmanlıların ANADOLUDA) yaptırdığı ilk cami (kuyulu mescit) de namaz kıldık. O caminin,  Söğüt’ün ve Osmanlının ilk yıllarının Hikayesini yetkin bir ağızdan ŞAHİN MÜLAYİM Hocadan dinledik.Bu türbelerdele ilgili dikkatimi çeken şu oldu. gerek şeyhEdebali dedemizin gerekse Dursun Fak,h dedemiizn türbeleri kartal yuvası gibi sivri ve yüksek tepelerinn üstüne kurulmuş. Ertuğrul dedemiizin kabride onlar ınki kadar olamasa da yine yüksekçe bir yerde bulunuyor.  

            Söğütte güzel insanlarla tanışıp, sohbet edip akşam namazını SÖĞÜT ÇELEBİ CAMİİ nde kılıp ayrıldık.  Yatsıyı abimle birlikte, çok değişik,  büyük, yeni, modern Bilecik İstasyonunda kıldık. Bilecik’ten 18,45 Hızlı trenine binip  gece tam saatinde  21, 18  te Konya ya vasıl olduk.  Bu ayrıntıları yazmamın nedeni Konyadan buraları ziyaret etmek isteyen dostların, yaranların şevkini artırmak.

             Söğüt Sokaklarında şöyle bir tur atarken bizim yabancı olduğumuzu bilip, gönül yakınlığı kuran Ramazan Gündüz (demircilik yapan bir dost) kardeşin bize maddi manevi ikramı… Şahin Mülayim Hocanın gerek Ertuğrul Camii, gerek Söğütle ilgili bilgileri, bizimle çok içten, severek, yaşayarak, özveri ile paylaşması…  Söğüt toprağının elan her anlamda verimliliğinden bir şey kaybetmediğinin göstergesi!

                Söğüt’te, Osmanlının ilk kuruluş dönemi ile ilgili bilgiler,  Ertuğrul dedemizle, Dursun fakih atamızla ilgili bir çok  bilgi ve bir çok hoş menkıbe var. Ben bunların bir kısmının sadece adlarını yazacağım. Yalnız bu hikâyeleri ve bu bilgileri, Şahin Mülayim dosttan dinlemek gerçekten bir ayrıcalık. Ben onun kadar olmasa da Söğütle ilgili birkaç bilgiyi başlık halinde sizlerle paylaşayım birinden de kısaca bahsedeyim;  Allah izin verirde sizler oraya (Söğüt’e) giderseniz esas bilgileri işin uzmanından dinleyin. İşte söğütle Ertuğrul atamızla, Osmanlını o dönemi ile ilgili bazı hikayelerin başlıkları:

  1. Ertuğrul dedemiz Söğüt’e vardıkta Mescidini Niçin Rum mahallesine kurdu?
  2. Mescidin içindeki Kuyunun hikâyesi nedir?
  3. Dursun Fakih Dedemizin yattığı türbenin yüksek bir tepede oluşunun hikmeti nedir?
  4. Dursun Fakih dedemizin ölmeye yakın elinde sakladığı ölümünden önce açılmasını istemediği nesnenin hikâyesi nedir?
  5. Ertuğrul dedemiz,  bulduğu suyun zehirli olup olmadığını niçin ilk önce kendi üzerinde denemiştir?
  6. Kaymakam çeşmesinin kendine özgü hikâyesinin teferruatı nedir…?  Bunlara benzer daha bir çok güzel hikâye ve hoş hatırayı inşallah Bilecik’e, Söğüt’e o ata yurtlarına gidip öğrenmemiz, hem milletimize bağlılığımızı artıracak, hem tarih şuurumuzu güçlendirecek, hem bize moral verecek. Dahası yepyeni dostlar, taptaze görüşler elde etmemizi sağlayacaktır.
  7.            Ben bu hikayelerden sadece birinin teferrutaını yazmakla yetineceğim; “Ertuğrul Gazi’nin kuyusundan hem Müslümanalr hem Rumlar meccanen yararlanmakta idi. Caminin bulunduğu mahallede birçok Rum aile bulunuyordu. Bunlardan hepsi su ihtiyaçlarını Ertuğrul Atamızın kuyusundan karşılarken bir aile kuyuya gelmiyordu. Bu durumu gören Atamız Ertuğrul bir gün iki güğümü doldurup bu evin kapısını çalar. İçeriye girdiğinde kendini tanıtır. Yatalak bir anne vardır. Ertuğrul “niçin su almaya gelmiyorsunuz? Bakın ben size su getirdim..” der. Yatalak Run Anne öteki odaya, oğluna  seslenir: “Bak Hristo( bunu ben rast gele yazıyorum) Sen bana her  “oğlum su getir!” dediğimde, “Er adam su mu getirirmiş. Su taşımak avrat işidir…” der ve sözümü dinlemezdin. Bak, Er oğlu Er Beyimiz Ertuğrul bana su getirmiş…” der ve...Hikayeyi siz tamamlayın artık.
  8.                 Yatukluktan ve Yosunlarımızdan kurtulmak dilek ve temennisi ile…  

http://www.yazete.com/foto-galeri/kuyulu-mescid-in-hikayesi/16          

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.