Günümüz müslümanları başsız olmanın sancılarını çekiyorlar. Başsız kaldıkları için hiçbir konuda sıhhatli bilgi sahibi olamıyor, binbir kafadan ses çıkartıyorlar. İslâm herşeyden evvel edeb dinidir. Edebin ilk dersi haddini bilmek.. Haddini bilmek gibi irfan yoktur. Günümüzde bilen de bilmeyen de ahkâm kesiyor.
İslâm adına konuşmak, yazmak vebál işidir. Ben haddim olmayarak (adam yokluğunda) arada bu konulara girdiğimde muhkem (sağlam) kaynaklardan istifade edip haddimi aşmıyorum. Kılı kırk yarmak gerek.
İslâm’ın öyle meseleleri vardır ki, geçmişteki hakiki büyük alimler dahi kurcalamaktan imtina etmişler, daha doğrusu “hikmetinden sual olunmaz Rabbimizin (c.c) vardır bir hikmeti” diyip, lüzumsuz sual – tartışma kapıları açmamışlardır... Onlar, Cemil Meriç üstadın deyişiyle, ilahi esrarın heybeti karşısında “Sübhane maarefnake hakkı marifetik ya maruf” (Seni –tüm noksanlardan tenzih ederek– senin kendini bildiğin gibi överiz, bizler seni sana yakışan şekilde övebilmekten aciziz) diye çırpınıyorlardı.
İnsan aklı Allah’ın (c.c) hikmetlerini tam olarak kavramaya yeterli değildir ve bu husus yüce kitabımız Kur’ân’da, hiçbir tevile hacet kalmayacak şekilde (ruh ve kader gibi) beyan buyurulmuştur.
Peygamberimiz (Salat ve selâm olsun O’na), Allah’ın (c.c) “âlemlere rahmet olarak gönderdiği” en büyük mürşid (klavuz, rehber, yol gösterici). O (s.a.v), hayatı Kur’ân’ın tatbikatı olan Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahâyâ (selamların en mükemmeli üzerine olsun), efendimizdir. Her ne buyurmuşsa mutlaka Allah (c.c) katından bir ilhamla buyurmuştur.
Abdullah bin Amr (r.a)’den rivayet edilen Hadîs-i Şerîf’lerinde şöyle buyurmuşlardı:
“Andolsun ki, Beni İsrail üzerine gelen (onlarda olan) şey, nalin ve ayakkabının, birinin diğerine tıpa tıp olduğu gibi, benim ümmetim üzerine de gelip olacaktır. Hatta onlardan bir kimse, annesine aleni olarak yaklaşmış ise, (aşikare tecavüz edip zina eden olmuşsa) elbette o işlenenin aynısını benim ümmetimden de işleyen olacaktır...
Şübhesiz ki, Beni İsrail yetmişiki millete (fırkaya) ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmişüç millete ayrılacaktır. O yetmişüç milletten bir tanesi müstesna, diğerlerinin hepsi (yetmişikisi) Cehennemdedir. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram (r.a), dediler ki: “O Cennet’e girecek millet kimdir ya Resûlallah?” Resûlullah (s.a.v) efendimiz şöyle buyurdular: “Benim ve ashabımın (itikadı ve yolu) üzerine olan(lar)dır. (Tirmîzi)”
Bu Hadis-i Şerif’de işaret edilen hususlar da aynen tecelli etmiştir. Hazreti Peygamberimiz (s.a.v) haşa bir müneccim yahut kâhin değildiler. O, bu tecelli edecek hususları Peygamberlik bilgisi olarak Rabb-i zül Celâl’den öğreniyordu.
İslâm alimleri de bu yetmişiki bozuk fırkayı hiçbir zorlama ile belirlemiş filan değillerdir. Onlar kılı kırk yarmış, Resûl’e sadık birer alim idiler. Şüphesiz ki Allah (c.c) doğru söyler ve yine şüphesiz ki O’nun (c.c) Resûlü de doğru sözlüdür. (Sadakallahülazim ve Sadaka Resûlüh)
Tefrikaya son vermek için evvela tefrik edenleri (ayıranları, bölücüleri, fitnecileri) bilmek lazım. Ehl-i Sünnet alimleri hiçbir devirde ehl-i kıbleyi tekfir (küfürle itham) etmemişler, bu ayrılıkların ortadan kalkmasını ve Fırka-yı Necat caddesinde birlikte yürümeyi hedeflemişlerdir.
Ana başlıklar halinde sapık Yetmişiki (72) fırka şunlardır:
Mutezile: Yirmi (20) şubedir, Şia veya Râfızî: Yirmiiki (22) şubedir, Havariç: Yirmi (20) şubedir, Mürcie: Beş (5) şube, Neccariye: Üç (3) şube, Cebriye: Bir (1) şube, Müteşebbihe: Bir (1) şubedir.
Peygamberimiz Efendimizin (s.a.v), “Benim ve ashabımın (itikadı ve yolu) üzerine olan(lar)dır” buyurdukları fırka “Ehl-i Sünnet ve Cemaat”tir, Fırka-i Naciye, İcma-i Ümmet, Sevadül Azam topluluğu diye de adlandırılır.
Sırat-ı Müstakim, temiz yol budur. Bu yolu bozmak, ümmeti parça parça ayırmak isteyenler bahsi geçen yetmişiki fırkayı bidayetinden icad eden yahudi dönmesi Abdullah İbn-i Sebe’nin izini sürenlerdir. Bunlara alet olmamak, kaş yapayım derken göz çıkarmamak lazım.
Bu gün ümmetin büyüklerine düşen bu tür Kur’ân müslümanlarını (haşa Kur’ân’dan) teşhis edip, gerçek niyetlerini belgeleriyle teşhir etmektir. Aksi halde ümmet dalâletten dalâlete sürüklenecek, birlik ve tesanüd yok olup gidecektir.
İslâm Güneşinin Düşmanları*, Sünnet’i metruk hale getirmek, bidatleri yaymak, müslümanların gerçek tevhidine mani olmak şeklinde üç ana başlıkta toplayabileceğimiz faaliyetlerini yaparken, müslümanların arasında şöhret sevdalısı, takvaca zayıf kişileri kendilerine alet ve hedeflerine basamak edinirler.
Günümüzde kılı kırk yaran ehli takva alimler de azaldığından, bunların sinsi ve melun emellerinden büyük kitlelerin haberi olmuyor. Ne diyelim? Hadis-i Şerif’te, “Bede’e’l- İslâmu gariben ve seye’udü gariba” (İslâm garip geldi, garip gidecektir) buyurulmamış mı?
Nasrettin Hocanın dediği gibi, memleketin taşları bağlanmış fakat onlar başıboş geziyor, istedikleri gibi ahkâm kesiyorlar. Büyük alim geçinenler, ümmetin şöhretli hocaefendileri, bütün bu tehlikeleri bertaraf etmesi gerekirken diyalog masalları anlatanlar utansın. Biz karınca kararınca ancak bu kadarlık yazabilir, bu kadarcık konuşabiliriz... 09 Nisan 2009
–––––––––––––––
*”İslâm Güneşinin Düşmanları” (Ramazan Ercan BİTİKÇİOĞLU’nun Betik Yayınları arasında çıkan kitabıdır. Bu kitapta bahsekonu bilgiler mufassal olarak anlatılmıştır. Sanırım piyasada baskısı kalmadı... Belki kendisinden rica edilerek bir adet temin edilebilir...)