Sonra ikinci oyunlara başladık. Aynı büyüklükte leğenler hazır edildi. Bidonlarla da suyumuz geldi. Su dolu leğenin içinde elma yeme yarışması başladı. Tabi yaşı ve ağzı büyük olanlar hemen öne geçiyor. Islansalar da hem elma yemek güzeldi, hem de gülerek eğlenmek. Buradaki çocukların birçoğunun hayatında ilk kez elma yediğine dair yemin etsem yalan olmaz. Sakın elma deyip geçmeyin. Burada çok değerlidir. Normalde köylülere kapalıyız ama gene de iki misafirimiz bizi izlemeye ve bizimle gülmeye gelmişlerdi.
Nihayet elmalar da bitti. Elma bitmedi ama elma yarışması bitti. Sırada karpuz var. Karpuz yarışmasını mescidin balkonunda yapacağız. Kirlenirse yıkaması kolay olsun. Gölgenin kaybolmadığı kuzey tarafa tezgâhı serdik. Ortaya iki sıra halinde tabakları dizlik, karpuzları olabildiğince eşit şekilde dilimledik. Şimdi oyun zamanı. Onlar da bakıyor; “karpuzun oyunu ne olacak acaba?”
Mescitte 2'de misafirimiz var. Birisi daha genç, diğeri yaşlı bir amca. Onlar da kahkahalarla yarışmalarımızı izlediler. Dedim ki “siz de karpuz yeme yarışmasına katılabilirsiniz. Ama bir şartla. Çocuklarımız nasıl yiyeceklerse siz de öyle yiyeceksiniz. Kimseye ayrıcalık yok. İmam Davut ve biz de buna dâhil olacağız.” Bir dilim karpuzun hatırına mıdır, yoksa buradaki doyumsuz neşenin hatırına mı bilemem ama onlar da katıldı buna.
Kural gayet basit; “Herkes yerdeki tabaktan eğilerek yiyecek. Kimse eline karpuzu almayacak. İki eli sırtında olacak ve yerden ağzıyla yiyecek.” Hep beraber hem büyük bir iştahla hem de neşeyle yedik. Bu arada sistem hazır ve telefonlar kayda devam ediyor. Gülenler, kahkaha krizine girenler... Elhamdülillah hep birlikte neşelendik. Yol arkadaşım Cengizhan Bey karpuz yemeye o kadar kaptırdı ki nefes almadan karpuzu sıyırıyor. Bir ara ona dokundum ve “arada bir nefes al, doğrul da sofrayı kamera görsün” dedim. Bu uyarı onu o kadar güldürdü ki gülme krizine girdi. Tabi ki bu durum tüm ekibi de tetikledi. Millet karpuz yarışını bıraktı ve bize güldü. Ama hedefi vurduk. Kalan karpuzlar da gene dilimle tabaklarda yerini aldı. Ama bu sefer yarış yok.
Sonra burada olmazsa olmaz bölüm başladı; Konuşma ve teşekkürler. Bu vazgeçilmezdir. İlk sözü imam Davut aldı; “Ben hayatımda böyle bir günü ilk kez yaşadım. Bu kadar eğlenceli bir günümün olduğunu ve güldüğümü hatırlamıyorum. Sizlere teşekkür ederiz” dedi. Sonra yaşlı amca teşekkür etti. Çocuklar teşekkür edip dua ettiler. Ama ortak bir durum var ki hepimiz son derece mutlu olduk.
İmam benzeri bir günü çocukluğunda yaşamış mıdır? Kesinlikle hayır... Bu mümkün değil. Büyüklüğünde zaten yaşamadı. Çocuklar mı? Onlar hiç yaşamadılar. Hayatlarında gülecek fırsatı nasıl ve nereden bulsunlar ki... Annesinin yüzünü hatırlamayan, babasının hayatta olup olmadığını bilmeyen ve yabancı bir köyde yaşayan çocuğun sevinci ne ola ki?
Derdini çok bulan varsa gelsin de bunlarla konuşsun. Her şeyini unutup onlarla ağlamazsa ben ne diyeyim... Bunu bizim gönlümüze düşürene ve imkân verip yaptırana milyarlarca Hamd-u senalar olsun.
Sonra da çocukların kaldığı evi gördük. Aman yarabbi! 18-20 metre kare civarında bir oda burası. Yerde bir şey yok zaten. Her çocuğun bir tane plastik hasırı varmış ve onun üzerinde yatıyor. 26 çocuk burada nasıl yatıyor bilmiyorum. Ama yatıyorlar işte. Dedim ya minicik bir oda burası. Ranza, yatak, dolap gibi özel bir eşya da yok.
Öğle namazımızı kıldık. Namazdan sonra kıble tarafındaki balkona çocukları tekrar çıkarttık. Onlarla fotoğraf çekilmek istiyoruz. Amaç sadece fotoğraf değil de içeride cemaat var. Bu bahaneyle onları ayırdık. Onlara küçük de olsa harçlık vereceğiz. Bayramda adettir ya bizde. Nerede mi harcayacaklar? Ramazanda gittiğimde bir adam motorun arkasında bir termosa buz koyup da satmaya gelmişti. Böyle bir şey alacaklar.
Biz de bedavadan eğlenmiş olduk. Biraz yorulmuşuz ama değdi. Değdi mi? Değdi... Vallahi de değildi, billahi de değildi.
Canı sıkılan ve gülmeyi unutanlar varsa, bir yetimhaneye uğrayıp onları güldürebilir. Dünyanın sıkıntılarını unutursunuz.