CHP lideri Deniz Baykal önceki gün Güldal Mumcu ile çocuklarını evlerinde ziyaret edip yeniden başsağlığı dilemiş. Gazetelere yansıyan sözlerinde en ilginç cümle şu: "Biz Uğur Mumcu'nun niçin öldürüldüğünü çok iyi biliyoruz."
Olabilir. Mumcu suikastının işlendiği 1993 yılında 'sosyal demokrat' SHP hükümet ortağıydı. Belki de kamuoyuyla paylaşılmayan bilgilere sahiptir CHP lideri, o sebeple böylesine emin konuşmuştur. Oysa Uğur Mumcu ailesinin fertleri CHP lideri kadar emin değiller; özellikle genç Mumcu'lar ısrarla "Babamızı kim öldürdü?" sorusunu soruyorlar...
Uğur Mumcu suikastı hakkında böylesine kesin ifadelerle konuşup yazmak netameli bir iş. Yazar iseniz hepsi birbiriyle çelişen yazılarla okur karşısına çıkmak zorunda kalabiliyorsunuz
Bu tezimin bir örneği 2000 yılının mayıs ayında yaşandı. Koalisyon hükümetinde içişleri bakanlığı koltuğunda oturan Sadettin Tantan "İşte Mumcu'nun katilleri" diye bir grubu spot ışıkları önüne çıkardığında...
Sonrasını arşivden takip edelim.
İlk övgü yetenekli bir başyazardan geldi. 'Mumcu cinayeti aydınlanırken' başlığı altında (8 Mayıs) şu değerlendirme yer aldı: "Neyse ki Mumcu cinayeti fâillerinin nihayet ele geçtiği görülüyor. Böylece yıllardır -giderek kaybolan bir umutla- beklediğimiz günün geldiğine inanıyoruz. Üstelik bu olayla ilgili olarak devletimize ve polisimize yönelik kuşkuları zihnimizden atacağımız için memnunuz."
Yazarımız devletimize ve polisimize karşı kuşku duyuyormuş, fâiller ele geçince kuşkusunu atmış...
Ama o da ne? Hemen ertesi gün (9 mayıs) 'dolduruşa gelmiş' olabileceği kuşkusuna kapılmasın mı 'Bir cinayetin kronolojisi' başlıklı yazısında? Okuyalım: "Yoksa dolduruşa gelip biraz erken mi sevindik? 'Uğur Mumcu'nun katilleri bulundu' haberi üzerine İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ı ve İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir'i kutlarken pek mi acele ettik? (..) Dün eski dosyaları karıştırdık. Ve gördük ki Uğur Mumcu'yu öldürmekle suçlanmadık nerdeyse kimse kalmamış. Üstelik tanık ve muhbir bulmakta da devlet hiç zorlanmamış. (..) Bu arada polise yapılan ve ciddiye alınan ihbarların sayısı 67'yi bulmuş. İki ayrı tanığın adaleti aldattığı sonucuna varılmış. Ve neticede koskoca bir sıfırdan başka elde bir şey kalmadığı görülmüş. Görüldüğü gibi sütten ağzımız yanmış bulunuyor. Şimdi sıra yoğurdu üfleyerek yemeye geldi."
Bir gün arayla kendisini düzelten yetenekli başyazar on gün sonra yeniden son tavrıyla çelişen bir yazı yazabildi. 'İran'ın gerçek dostları' başlığını taşıyan (19 mayıs) yazı muhteşem bir 180 derece dönüş örneği: "Belki yüz, belki 200 defa 'Bu cinayetlerin arkasında İran -hatta İran İstihbarat Bakanlığı- var' diye yazmışızdır. (..) Şimdi bakıyoruz Aksoy, Emeç, Dursun, Üçok, Mumcu ve Kışlalı gibi aydınların canına kasteden her olayda, kafaları karıştırmaya gayret edenler, bu olayların İran tarafından düzenlenmiş suikastlar olduğu gerçeği inkâr edilemez hale gelince nedense yine telâşlandılar. (..) Bu nasıl bir kafa yapısıdır ki, İran için önüne kanıt koyuyorsun, gözleri onu göremiyor. O, çözülmüş her problemi bir soruna dönüştürmeye meraklı kafa 'Nuh' diyor 'peygamber' demiyor."
Yetenekli başyazarın kötü bir Türkçe'yle "Çözülmüş her problemi bir soruna dönüştürmeye meraklı kafa" diye söz ettiği kişi benim.
Evet, beni kafa karıştırmakla itham eden başyazar hemen ertesi gün (20 mayıs) kendisini tekzip eden 'Kafa karıştıran açıklamalar' başlıklı yeni bir yazı yazdı: "Son zamanlarda (daha doğrusu 17 Ocak 2000 tarihli Hizbullah operasyonundan itibaren) karşımıza o kadar çok 'çözülmüş cinayet' ve o kadar çok 'O cinayeti de ben işledim' itirafçısı çıktı ki, kafamız yine karıştı. (..) Sanıkların nerdeyse hepsinin 'itirafçı' olmasını ve nerdeyse hepsinin 'tüm cinayetleri ben işledim' demesini akla yakın bulmuyoruz. O yüzden bu işte bir disinformation yani kamuoyunu yanıltma amacıyla basını yanlış bilgilendirme örneği yaşadığımız kuşkusunu atamıyoruz. Polisimizin tüm bu cinayetleri aydınlatması hepimizi mutlu eder. Ama bizim, polisin -veya resmi görevlilerin- verdiği bilgilerin doğruluğundan emin olmaya da ihtiyacımız var."
Keşke burada dursaydı; hayır, yetenekli başyazarımız üç gün sonra (23 mayıs) 'İran suçlu, ya biz?' sorusunu başlıktan soran ve şöyle biten bir yazı ile çıktı okur karşısına: "O nedenle suçluyu hep İran'da veya başka yerlerde aramayalım. Önce içimizdeki suçluları bulup teşhir edelim de İran'a sıra sonra gelsin..."