29 Mart 2009 yerel seçimlerinin en ilginç verisi, Saadet Partisi’nin oylarının yüzde 75’ini, bir Milli Görüş partisine ilk kez oy vermiş seçmen profilinin oluşturmasıydı. Bu yeniliğin tek nedeni, AK Parti’ye “kaçan” seçmenini geri çağırmaya odaklanmış üslubu terkeden Kurtulmuş’un, partinin genel başkanlığını devraldıktan sonra başlattığı söylem ve üslup açılımıydı.
Kurtulmuş’la birlikte SP, özgürlük ve adalet üzerine yoğunlaşan yeni bir dil geliştirdi. Milli Görüş’ün fraksiyonu olarak doğan AK Parti’nin “ihanet”ini konuşmak yerine, kamu kaynaklarından yararlanmaya başlayan dindar kesimde ortaya çıkmış yozlaşmaya eleştiriler yöneltti.
Yeni ve sivil anayasanın hemen yapılması, temsil adaletini mümkün kılacak şekilde seçim kanununun değiştirilmesi, ekonominin demokratikleştirilmesi, hak ve özgürlüklerin tartışmasız hak olarak kabul edilmesi, şeffaflaşma vs. üzerinden kendini ifade etmeye başlayan yeni Saadet’in mesajı, yoksul kitleler tarafından da algılandı, özgürlüklerin genişletilmesiyle yakından ilgili kesimler tarafından da.
Tabii ki birkaç aylık süre zarfında büyük kopuşlarla Saadet’in birinci parti olması beklenmiyordu, ama psikolojik eşik sayılan genel seçim barajını aşabilecek oranda iknanın başarıldığı da kamuoyu anketlerinde görünüyordu.
Seçimlere giderken, yeni tarzın sarsıcı toplumsal etkisinin sadece iktidara muhalif kitlelerde değil, iktidar yanlısı kesimlerde de görülebileceğinin güçlü işaretleri vardı. Çünkü Kurtulmuş, bir yandan AK Parti iktidarının reelpolitikçi ve küresel himayeye dayanmış siyasi anlayışını eleştirirken, öte yandan da iktidarı gayri meşru yollarla yerinden etmeye çalışan cuntalara karşı net bir tavır ortaya koyuyordu.
AK Parti’ye oy vermezse yeniden 28 Şubat askeri müdahalesinin karanlık günlerine dönüleceği kaygısı taşıdığı için iktidarın çevresinden ayrılmayan dindar kesimler (yüzde 10) ve günübirlik sosyal desteklerden mahrum edileceği korkusuyla iktidar partisine oy vermeyi sürdüren yoksul kitlelerin (yüzde 25) anlamlı bütünlüğü, diğer muhalefet partilerinin aksine yeni Saadet’in karşısına duvar dikmiş değildi. Ta ki parti içinden yükselen kuşkuya düşürücü bazı çıkışlara kadar. Kurtulmuş’un umut veren üslubunu sıfırlayan bu beyanlar, hem dindar çekirdeğin aklını, hem de yoksulların vicdanını SP’den uzak tutmaya yetti.
Nihayet son kamuoyu araştırmalarına göre Saadet’in 3.2 oranındaki oyunun, Sarıgül’ün henüz partileşmemiş hareketine gittiği öne sürülüyor. Yani 29 Mart seçimlerinde ilk kez bir Milli Görüş partisine oy vermiş değişim bekleyen kesim SP’den kopmuş ve SP, 2002’den bu yanadır gerilediği siyasi destek seviyesine dönmüş durumdadır.
Hep yazıp söylediğimiz gibi, medyasıyla ve siyasi parti gövdesiyle SP, Ekim 2008 kongresinde partinin başına Kurtulmuş’un geçmesinden beridir zaten şizofren bir kimlikle karşımızdadır. Bir yanda Kurtulmuş’un heyecan ve umut verici üslubu varken, öte yanda partinin vitrininden siyasi personeline, parti adına yapılan açıklamalardan siyasi tavırlara kadar herşey en eski şekliyle yerli yerinde durmaktadır.
Son kamuoyu araştırmalarındaki sonuçlara bakıp Kurtulmuş’un “cami cemaati”nin dışına çıkarak yeni toplumsal müttefikler edinme siyasetinin ve adalet ve özgürlük idealini seslendiren yegane parti olma yaklaşımının yanlışlandığını iddia edebilir birileri. Bu eleştiri sahipleri, özgürlük ve adalet hareketi olmak yerine cami avlusunda siyaset yaparak yola devam etmenin bu partinin genetik özelliği olduğunu söyleyeceklerdir. Fakat bu cılız analizi yaparken, anakronik bir algıyla, şehirleşmeye bağlı olarak gelişmiş dindarlaşma sürecinin başlangıcı olan 70’li yıllarda yaşadığımızı sandıklarına hiç kuşku yoktur.
O geçiş döneminde Demirel’in AP’sinin dindar kitlelerin taleplerine ve şehirleşmiş sorunlara cevap verememesine bakıp bu tahlilde AP’nin yerine AK Parti’yi koyarak tarihi aynen tekrarlayabileceğini sananlar zaman tünelinde kaybolurlar. Çünkü Erdoğan’ın AK Parti’si, ne Demirel’in AP’si, ne de Özal’ın ANAP’ıdır ve Türkiye de 70’lerin veya 80’lerin Türkiye’si değildir.
Eğer mevcut nesnel gerçeklik varolduğu şekliyle kavranmaya yanaşılmazsa olan biten herşeyi komplodan ibaret görmekten başka seçenek kalmaz ki bugün SP’yi şizofreninin kucağına iten de bu bakışaçısıdır.
SP, 2006 sonunda cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine başlayan derin siyasi krizdeki ayrışmada, büyük komploya inanmakla bir anda kendisini ulusalcı laikliğin hassasiyetlerini kendi politik diline tercüme eder halde buluverdi ve bu rolü ne yazık ki içselleştirdi. Halen de en önemli sözcülerinin parti adına yaptıkları açıklamalara bakılırsa o içe kapanmacı dilden kurtulabilmiş gözükmüyor.
SP sözcüleri, TSK’nın konuşamadığı bütün anlarda ortaya atılıp hükümete karşı TSK adına en ileri hamleleri yapabiliyorlar. SP’yi temsil eden nice isim, ulusalcı laikliğin temsilcileriyle ağız birliği içinde olmaktan ve daima sivilleşme fotoğrafının dışında kalmaktan hiç rahatsızlık duymuyor.