Yeni siyasete yeni kelâm: “Dine karşı din” ve “cahiliye toplumu”
Her ne kadar gövdeyi temsil eden başat aktörlerin hareketten ayrılmasıyla kurulmuş olsa da AK Parti’yi Milli Görüş’ün bir fraksiyonu, ama liberal fraksiyonu olarak tanımlayabilmenin haklı dayanağı, şu anki gövdenin (SP) sosyal adalet temelli dünyagörüşü olabilir. Belki Kurtulmuş’un yeni üslup ve politik dili sözkonusu olmasaydı muhafazakârlığın evrilmiş ve iktidarı elinde tutmayı başarmış örneği olarak anacaktık Milli Görüş’ün AK Parti’sini ve şimdilerde ana gövdede uç veren “Milli Görüş fiilen iktidarda” mutluluğunun teyit ettiği yönde düşünüp yorum yapacaktık. Ama bütün bunlar olamadığı için en son 29 Mart yerel seçimlerinde Kurtulmuş’un liderliğindeki Saadet’e oy verenlerin yaklaşık yüzde yetmişinin, ilk kez bu siyasi geleneğin bir partisine oy vermiş farklı düşünce ve hayat tarzına sahip seçmenden oluşmasını şaşkınlıkla karşılamak yerine, yeni siyasetin kendi hüviyetine sosyoloji bulmakta güçlük çekmeyeceğinin kanıtı kabul ettik.
Öyleyse 2002’den bu yanadır hüviyet-maişet dengesiyle bedenlenen milli iradenin siyasi rekabet oyununda, tefekkür derinliği olmayan ulusalcı laikliğin ancak tesviye ederek algılayabildiği yeknesaklığın dışında yeni bir durum var demektir. Bu yeni durumu zihnimize iyice yerleştiren etkileyici tezahür de yeni dinî tefekkürü inşa gayretinin sâdık ve muteber aydını İhsan Eliaçık’ın, “Müslüman kapitalizmi”ni fütursuzca alenileştirmeye çabalayan bir işadamı karşısında Ebuzer-Muaviye retrospektifini başarıyla takdim etmesi oldu.
Kuşkusuz AK Parti’nin, aidiyet bağını dinin ruhu veya tarihsel tecrübesinden ziyade liberal iktisat evreniyle daha rahat kurabilen bir işadamınca temsil edildiğini iddia edecek değiliz, ama bu zihin dünyasının AK Parti’nin muhafazakâr liberalizminde ve siyasi agnostisizminde kendisini iyi hissetmesine karşılık, sosyal adaletçi değerleri önemseyen dindar tefekküre de, Kurtulmuş’un kendisinden çok şey beklenen yeni siyasetinin ufku iyi gelecektir.
Garpzede laikliğin kurucu kadro olduğu birinci dalga süresince dinin kamusal tezahürleri bahsinde yaşanan zıtlığın yanıltıcılığı, cumhuriyetin küresel nizamla uyum sorunlarını hal yoluna koymak üzere bayrağı devralan garpzede muhafazakârlığın ikinci dalga olarak yükseldiği günlerde ortaya çıktı. Hiç teredütsüz, Mısır’da merhum Seyyid Kutub’un “cahiliye toplumu”, İran’da da merhum Ali Şeriati’nin “dine karşı din” kavramsallaştırmalarını mecbur bırakan sosyo-politik an bizimkine hayli benziyordu. Bu hikayede, Vâsıl’ın Hasan Basri’den kopmasıyla sekizinci yüzyılda başlayan ihya, ıslah ve inşa hareketinin yeni kelâmına güçlü bir gönderme var.
Öykünün devamında, adalet ve özgürlük diyegelen geleneğin fikrî, siyasî ve toplumsal uğraşısının, karşısında hep muhafazakârlığı, siyaseten doğrunun egemenliğini ve reelpolitikin hegemonisini bulduğunu biliyoruz. Öyleyse bundan böyle hüviyet-maişet dengesine oturan yeni Müslümanlık sosyolojisi içinde asıl kavganın sınıfsal olduğunu daha güçlü bir sesle dile getirmek mümkün olabilecek.
Ebu Bekir gibi değil, Ebu Süfyan gibi bir zengin olmak isteyen muhafazakâr varsıl, artık her daim karşısında adalet ve özgürlük kahramanı yoksul bir Ebu Zer bulacaktır. “Cimrinin zekatı” için öne sürülen “servet düşmanlığını önleme” hikmeti, şimdiden sonra kendine siyasi veya toplumsal yer açmada güçlük çekecek gibi gözüküyor.
Hüviyetinden de maişetinden de vazgeçmeye yanaşmayan kitleler, nasıl ki maişeti hüviyetten ayıran siyasal seçeneklere sırt çeviriyorlarsa, hüviyeti maişetten ayıran siyasal seçeneklere de aynı şekilde sırtlarını dönmeye hazırlanıyorlar. Bu ayrımın şimdilik farkına varılamadığını konu alan bütün analizler, tahminlerini, dinin uyuşturucu madde suretinde dolaşımda tutulması yönünde geliştiriyorlar.
Yeni siyaset, tüm referanslarında hem yeni kelâma, hem de tarihsel fikrî köklerine tutunarak yol alabilecek. En aşağı tabaka olan politik pluralizm merhalesinden en yukarılara, epistemolojik çoğulculuk evrenine geçebilmenin ve beşer katında “sırat-ı müstakimler”i inşa etmenin başka yolu var mı?
Herşeyi yeniden gözden geçirip referans sistemimizi dikkatlice kuralım: Osmanlı’nın militer ve hegemonik mirası mı, Selçuklu’nun irfan ve felsefe birikimi mi? Seyyid Cemaleddin ve Said Nursi’nin yeni kelâmı ve cumhuriyetçiliği mi, Abdülhamit’in saltanatçı reelpolitiki mi? Sait Halim’in Doğu-Batı ve kültür meseleleriyle meşgul muhafazakâr liberalizmi mi, Mehmet Akif’in kimlik davası mı? Nurettin Topçu’nun Anadolu sosyalizmi mi, Necip Fazıl’ın milliyetçi muhafazakârlığı mı?
* Yazı, eşzamanlı olarak Özgün Duruş gazetesinde ve www.camurcu.com’da da yayınlanmıştır.