Son iki senedir evden çalışıyorum, nadiren ve sadece gerektiğinde ofise gidiyorum. Birkaç hafta önce bu sefer eşyalarımı toplamak için işyerine gittim çünkü 20 senedir bana ve yüze yakın iş arkadaşıma “ikinci ev” olan ofis binasından taşınacağımız açıklandı.
Yaşamakta olduğumuz pandeminin yan etkilerinden biri olarak birçok işveren büyük ofislere ihtiyaç olmadığını ve işlerin evlerden de yürüdüğünü farketti. Elbetteki pizzacılık yapanlar, sokakları süpürenler, inşaatta çalışanlar ve benzeri el emeği gerektiren ve uzaktan çalışma imkanı olmayan işlerde çalışanlar müstesna.
Evden çalışanların ekseriyeti bu yeni sisteme alıştı, benimsedi ve yeğliyor. Sabahları erkenden kalkmalar, eve gidip gelirken trafikte zayi olan saatler ve yakıt paraları, öğlenleri dışarıda yenilen yemekler, pahalı ofis kıyafetleri ve benzeri masraflar ortadan kalktı. Elbetteki her şey “süper” değil. Eğer müstakil bir odanız yoksa ev ortamında işe konsantre olmak zor. Ofisteki arkadaşlarınızla sosyalleşmek de yok artık. Eşinin her gün işe gitmesine alışık olan ev hanımları da hoşnutsuzluk gösterebiliyor.
İşverenler de genel hatlarıyla memnun bu uzaktan çalışma sistemimden. Ofis kiraları, elektrik ve su faturaları, ofis malzemeleri, temizlik gibi genel giderlerin asgariye inmesi, pahalı şehirlerarası iş seyahatlerinin neredeyse bedava çevrimiçi toplantılara dönüşmesi elbetteki kar marjlarını yükseltti. Çalışanların evlerindeyken işlerine ne kadar konsantre olabildiklerinin, müşterilerle azalan yüz yüze temasın, çalışanların birbirleriyle sosyalleşememesinin ve benzeri olumsuzlukların neticeleri ilerleyen süreçte görülecek.
Ofise eşyalarımı toplamaya giderken eşim bana ultimatom verdi: “Eve bir şey getirme!”. Nitekim ilk partide sadece bana göre elzem olanları getirdim. Ama çoğu bir kutuya gitti ve inanır mısınız bir aydır kapağını açmadım bu kutunun. Demek ki içindeki hiçbir şeye ihtiyacım olmamış. Ofise yeniden gidip kalan kitap ve evraklarımı toparlamam lazım. İnanın ne kadarını getireceğimden emin değilim. O yüzden birçok şeyi geri çevrim kutusuna bırakacağımı düşünüyorum.
Şirket politikası şu: “Dijital kopyası olan her şeyi atın; olmayanları da eğer elzem değillerse atın.” Kısacası depolamak zorunda kalınacak materyalin minimuma indirilmesi hedefleniyor. İşe ilk girdiğim yıllarda eski projelere ait çizimler vardı her yerde. Görevli bir arkadaş projeler bitince ilgili çizim ve dökümanları kutulara koyar, üzerine içinde ne olduğunu yazar ve ardından özel bir şirkete bunları ücret mukabilinde depolaması için teslim ederdi.
Eskiden ofis telefonlarımız vardı. Artık yok. Hepsi söküldü ve kaldırıldı. Çünkü hepimiz internet üzerinden veya cep telefonuyla konuşuyoruz artık. Size belki garip gelecek ama en son ne zaman elime bir telefon ahizesi aldığımı hatırlamıyorum bile.
Yeri gelmişken komik bir aile anısını anlatayım. Sene 1980. O zamanlar İstanbul’da yaşayan anneannemin evinde telefon yoktu. Karşı komşunun telefonu kullanılırdı çok gerek olunca. Anneannemin İskenderun’da oturan 80 yaşlarındaki teyzesi vefat ediyor gece saat 2 gibi. Rahmetli amcam vefatı anneanneme bir an önce duyurmak istiyor. Ama anneannemin evde telefonu yok. Yazdırmışlar ama sıra gelmemiş henüz. E cep telefonu da henüz icat edilmemiş. Ne yapsın anneannemin komşusunu arıyor gece 3 gibi. Ev halkı uyanıyor. Telaşla açıyorlar telefonu. Anlıyorlarki telefon komşuya gelmiş. Rahmetli dedemin kapı zilini çalıyorlar. Dedem açıyor kapıyı. Diyorlarki gelin size telefon var. Vefat haberini alan dedem fazla uzatmadan kapatıyor telefonu. Komşulardan verdiği rahatsızlık için özür dileyerek eve dönüyor. Ama tabii ki sinir küpü ve hıncını sabah rahmetli anneannemden alıyor: “Yaşlı kadın. Allah rahmet eylesin. Haber vermek için sabahı bekleyemediler mi? Bu saatte komşuları ayağa kaldırmanın bir manası var mı?”.
Alışkanlıklarımız ve tercihlerimiz de değişiyor. Örneğin son 20 yıldır antika eşyalar eskisi kadar rağbet görmüyor ve bu yüzden kıymetleri oldukça düştü. İnsanlar artık çağdaş objelerle yaşamak istiyor ve eskileri “hüzünlü ve yorgun” addediyor.
İnsanların artık metaverse aleminde sanal arsa ticareti yaptığı bir dönemde olduğumuza göre dijital dünya içimize girmiş demektir. Birden aklıma Züğürt Ağa filminde müritlerine cennetten tapu veren sahte şeyh aklıma geldi. 1985 yapımı bu çok başarılı filmin senaristi Yavuz Turgul bu günlerin geleceğini 35 sene önce görmüş olmalı!
21. yüzyıl analogdan dijitale hızlı bir geçiş dönemi olmakta. Her şey dijitalleşiyor ve dijital olarak saklanıyor. Para bile dijital oldu. Nitekim kripto para denilen şey bir çeşit dijital para. Buna ayak uydurmak, hatıralarımızı dijital olarak saklamak ve nostaljilerimizi dijital olarak yaşamak mecburiyetimiz var artık. Her ne kadar düşüncesi bile hoşumuza gitmese de bir avantajı var. Yer kaplamıyor!