Türkiye’miz son 30 yılda önemli miktarda yol aldı. Bir zamanlar, ülkedeki özel girişim sayısı bir elin parmaklarını ancak geçerken, bugün sanayinin birçok dalında faaliyet gösteren binlerce şirketten ve artık sayısı devletin istihdamını aşan bir özel sektörden, 250 milyar doları bulan dış ticaretten hacminden, 750 milyar dolara yaklaşan GSMH’dan ve kişi başı 10 bin dolara yaklaşan gelirden ve nihayetinde nüfusunun % 50’si kentleşmiş bir ülkeden söz etmekteyiz.
Soğuk Savaşın bölünmüş dünyasında, merhum Turgut Özal’ın Anadolu’yu dünya ile bütünleşme hamleleri, yeni dünyaya hazırlık için ısınma hareketleri de sayılabilir. Özal’ın beraberinde Türk işadamlarını dış ziyaretlerine götürmesi ve değişen dünya ile ilişki kurma konusunda cesaretlendirmesi Türkiye’nin yeni ufuklara yelken açmasına vesile olmuştur. Berlin Duvarının çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi Türkiye’nin önüne Balkanlardan, Orta Asya ve Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyayı açmıştır. Özal’ın dünya ile bütünleşme hamleleri, sonuç olarak Anadolu’nun birçok kenti 21. Yüzyılın ilk 10 yılına sanayileşmiş, kentleşmiş, eğitim seviyesi yükselmiş ve dünya ile bütünleşen bir yapıya sahip olmuştur. Bugün Türkiye’nin 81 ilinin 80’inden ihracat yapılmaktadır. 25 sene önce böyle bir gelişmeyi düşünmek, hatta tahayyül etmek imkansız, hatta kimileri için istenmeyen bir şeydi. Bir gazetemizde TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun sözleri oldukça manidardır: Hisarcıklıoğlu mealen, “Özal’ın yapmak istediklerini duyduğumuzda kendisini vatan haini olarak görmüştük ama şimdi değerini daha iyi anlıyoruz” demişti. Ne var ki o günden bu yana Türkiye’de yukarıda da ifade edildiği gibi çok şey değişmiştir.
Özal’ın 1980’lerde attığı liberal ekonomik ve siyasal adımların tamamlayıcısı ve Türkiye’yi 21. Yüzyılda taşıyacak hamle ise Yeni bir Anayasa’nın yapımından ve küresel güç haline dönüşen bir Türkiye’yi taşıyacak yeni bir siyasal sistemin, “Başkanlık” şeklinde inşa edilmesinin tartışılmasından geçtiğini öngörmekteyiz. 1982 Anayasası, Türkiye’nin ve çağın gerçekleriyle uyuşmayan anti-demokratik yapısı ile Türkiye’yi 21. Yüzyıla taşımaktan hayli uzak bir görüntü içermektedir. Bununla beraber mevcut anayasanın “yama yapar” gibi madde madde değiştirilerek, Türk toplumunun özgürleşme ve zenginleşme ihtiyacını karşılanmak istenmesi sadece palyatif bir tedbiri oluşturmaktadır. Çünkü 1982 Anayasasının taşıdığı ruh, topyekün değiştirilmedikçe, gerçek anlamda toplumun tüm kesimlerinin benimsediği bir düzenin vuku bulması mümkün olamayacaktır. Öncelikle Türkiye’nin her şeyden önce toplumsal barışı sağlayacak yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğu son aylardaki gelişmeler açık bir şekilde ortaya koymuştur. Toplumun tüm kesimleri kendileri için özgürlük alanlarının genişletilmesini talep etmektedir ki, siyaset yapıcılardan bu beklentiyi karşılamasını beklemekten daha doğal bir şey olamaz. Sonuçta önümüzde giderek evrensel standartları oluşmuş insan hakları ile ilgili sosyal ve kültürel hakları da kapsayan geniş bir literatür bulunmaktadır. AK Parti döneminde atılan kuzey güney ve doğu batı yönündeki adımlar ve içerideki ekonomiden siyasete yapılan düzenlemeler, Türkiye’nin küresel bir aktör konumuna yükseleceği görülmektedir. Türkiye’nin bu çerçevede yeni bir anayasa oluşturması yalnızca kendi içsel bütünlüğü ve barışı için değil, çevre coğrafyalardaki siyasal ve sosyal yapılardaki değişimi de pozitif olarak etkileyeceği açıktır. Yeni Anayasanın en önemli özelliği “insan” merkezli bir toplumsal yapı düşünülerek oluşturulmasından geçmektedir ki; liberal ve sosyal taraflarının güçlü olduğu, devlet karşısında bireysel özgürlükleri öne çıkartan, insanca yaşam olanağını mümkün kılan, demokrasiyi tüm kurumları ile tesis eden bir çerçeveyi ihtiva etmelidir.
Yeni Anayasa’ya ek olarak ve belki de tamamlayıcısı olacak yeni bir siyasal sistemin de düşünülmesi gereği açıktır. Küreselleşme sonucu, dünya üzerindeki her türlü gelişmenin üzerinden zaman geçmeden, kitlesel bir etki oluşturacak şekilde yayılması, devletleri yöneten iktidarların da söz konusu gelişmelere en hızlı şekilde cevap vermesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede denetim sistemleri güçlü ama hızlı hareket etme imkanı sağlayan bir siyasal sitemin devletlere entegre edilmesi gereği de ortaya çıkmıştır. Bu 18. Yüzyıla kadar monarşiler olurken, 18. Yüzyıldan 20. Yüzyılın ortalarına kadar parlamenter demokrasiler olagelmiştir. 21. Yüzyılın ise küreselleşmenin etkisiyle parlamentonun denetim mekanizması görevi gördüğü ama hükümetin daha güçlü yetkilerle donatıldığı, gelişmelere hızlı cevap verilmesini mümkün kılan başkanlık sistemlerinin çağı olacağı söylenebilir. Bu çerçevede küresel bir güç konuma yükselmekte olan Türkiye’nin de çevresindeki ve küresel alandaki gelişmelere zamanında ve etkili cevaplar bulabilmesi ve en kısa zamanda sonuç alabilmesi için daha etkin bir siyasal yapıyı tartışılması gereği açıktır. Toplumumuzda da böyle bir beklentinin varolduğu görülmektedir. İnsanlarımız, sorunlarına acil ve ivedi cevap verecek bir iktidar yapısını özlemekte ve arzulamaktadır.
Dünyamızın siyasal ve ekonomik olarak yeni bir dönüşümden geçtiği mevcut dönemde öncelik yeni bir anayasaya verilmek durumundadır. Bu anayasa toplumun onaylamak zorunda kalmadığı, özü itibariyle, toplumun ortak beklentileri yansıtan, daraltan değil inisiyatif veren, sosyal yönü ağırlıklı ve Atatürk’ün milletimizle beraber kurduğu Cumhuriyetimizin kazanımlarının korunarak, 21. Yüzyıla uyarlandığı bir yapıya sahip olması, Türkiye’nin önümüzdeki yüzyıl için en önemli kazancı olacağı ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bu amaçla hükümetimizin bütüncül bir bakış açısıyla ülkemizin tüm sorunlarını kapsayacak bir anayasa çalışmasına başlamasına ivedi olarak ihtiyaç bulunmaktadır. Yeni küresel güç Türkiye’nin kapılarını, toplumsal mutabakatla ağlanmış, dünya ile bütünleşmiş bir anayasadan geçtiğini açıktır.