FÇK-Hani derler ya “Hayatımı yazsan roman olur,” diye peki ya yazarların? Siz bizim hayatlarımızı roman olmaz mı zannediyorsunuz?
Bu hafta Mardin doğumlu bir yazarımız ile birlikteyiz. Kendisi belki on yılın üzerinde tanıdığım, takip ettiğim, gurur duyduğum, bilgisine ve gayretine gıpta ettiğim bir eğitimci kalem…
Bütün okulları dereceyle bitiren, sadece derslerindeki değil kültürel faaliyetler ile de kendini o yıllarda gösteren Dirier, üniversite sınavı yerine dünya evine girer. 1972’de Mardin Millî Eğitim Müdürlüğü’nde memurluk, ardından da şeflik yapar. Ayten Dirier’in üniversiteye başlaması 1974 yılına rastlar. Artık İzmir Buca Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilimlerde okumaktadır.
Evet… Devamını sohbetimizle öğrenelim istiyorum. Ne dersiniz?
“Ayten Hocam, öncelikle teşekkür ediyorum, beni kırmadığınız için. Yıllardır Tarih, İnkılâp konularında yazdıklarınızla tanınan bir kalemsiniz. Hayatınız ‘İsteyince başarılmayacak şey yoktur’ sözünün özeti gibi. İlk sorum Ayten Dirier olmak ne kadar zor?
AD- Asıl ben teşekkür ederim sevgili Fatma… Güçlü kalemin, içten anlatımın, yerel vurgulu akıcı üslubun ve içtenliğinle çok sevdiğim, sanalda tanışsam da ruh eşim olarak hissettiğim bir arkadaşsın. Bu röportajla gölgede kalan beni aydınlığa çıkaracağın için teşekkür ederim.
Ayten Dirier olmak, özümle kolay; yaşadığım ortam ve yakın çevreden kaynaklanan nedenlerle zor oldu. 1960 darbesinin olduğu yıl İlkokula başladım. Birkaç kelime dışında Türkçe bilmiyordum… Anadilim Arapça idi. Annem Türkçe bilmezdi, okuma yazması da yoktu. Ama her konuda çok yetenekli ve birikimliydi. Tavırları ölçülü ve asilceydi. Bu durum Paşavat ailesine mensup olmasından kaynaklanıyordu. Babaannem de 93 Harbini bile görmüş otoriter bir Osmanlı-Cumhuriyet karmasıydı. Masal niyetine anlattığı tarihî olaylar, tehcir ve fabllar halâ belleğimde… Babam Türkçe’yi ve harfleri askerlikte öğrenmişti. Uzun yol şoförüydü. Dürüst, mütevazı, faziletli ve çevreye uyumlu bir kişiliğe sahipti.
Cumhuriyet İlkokulu I. sınıfta hem okuma yazma, hem Türkçeyi öğrendim. Diğer dilleri öğrenme konusundaki durumla karşılaştırdığımızda, kısa sürede Türkçeyi kavramamız asıl dilimiz olduğunun kanıtı… Babamın aldığı hikâye ve masal kitaplarını, arkadaşlarımın resimli (Karaoğlan, Tommiks, Teksas, Tex) kitapları, Doğan Kardeş, Hayat, Resimli Hayat dergileriyle değiş tokuş ederek dilimi geliştirdim. Müdürümüz Gani Taşkent, öğretmenlerim Emel Özsüer, Vehbiye Yersel ve Doç. Şebnem Uralcan’ın gelişmemizde epey katkıları oldu. Bu süreçte “Şu Arabî, bu Türkî, biz neciyiz?” diye sorduğumuzda; “Ne şu, ne bu, biz Mardinliyiz!” karşılığını alırdık. Yıllar sonra Selçuklu-Artuklu kültürünü tüm değişimlere karşın canlı yaşattığımızı anladım.
Ortaokulu, öğrencileri birer “Leydi” olarak yetiştiren Mardin Kız Meslek Lisesi’nde okudum. Bütün derslerimdeki üstün başarının yanısıra yazdığım kompozisyonlar İngilizce tercümelerde de dikkati çekiyordu. Duvar panoları, çizim gerektiren her şey elimden çıkıyordu. Öğretmenlerim Çağlayan Öztürk ve Alâeddin Kaya’nın yönlendirmesiyle Kumsalda, Erguvan Ağacı, Garp Cephesi gibi klâsikleri o zaman okudum. Döküntü halindeki kitapları yapıştırıp götürmem, kitap sevdamın alâmetiydi… Folklor, her hafta yapılan gösterili Kültür faaliyetlerinde hep vardım.
1968’de Orta III. Sınıfta annemi kaybedince, sessiz çığlıklarımı şiirlerle dillendirdim. Tuttuğum defter elden ele gezerek sonunda kayboldu. Aynı yıl yerel Şafak ve Kır’atım gazetelerinde şiirlerim yayınlanmaya başladı. Göçü durdurmak için uğraştığım, sorunları dillendirdiğim toplumsal ve millî günlerle ilgili şiirlerdi. Okul biterken babamın yaptığı ölümlü trafik kazası hayatımızı altüst etti.
1968’de öğretmenlerimin teşvikiyle, Mardin Lisesi’ne kaydımı yaptım. Kalabalık okulda başta kaynadım, sınav sonuçları ve kültürel faaliyetlerle tanınmaya başladım. Tiyatro, önemli günlerdeki etkinlikler, anma günleri, koro çalışmaları, duvar gazetesi, son sınıfta matbaada basılan Mardin Lisesi gazetemizin hazırlıklarıyla, Çarşamba günleri öğleden sonramız hep doluydu. O zaman Çarşamba ve Cumartesi yarım gün eğitim vardı. Edebiyat Hocamız Güler İçinsel’in gözde öğrencisiydim. Onun da yazı hayatımda çok önemli yeri var. Verdiği kitaplarla edebî ufkumu açtı. İngilizce öğretmenim Vali Celâl Kaya Can’ın değerli eşi Yıldız Can hocamın da bu dönemde yaşantımda büyük bir izi var. Tevazu ve insanî ilişkiler konusunda her zaman örnek oldular. Tarih hocam Güner Ensari son sınıfta hatırâ defterime; “Türkiye’yi yönetecek on kişi arasında yer alacağına inanıyorum.” yazarken, kader beni farklı bir yola sürüklüyordu…
( Yazar Ayten Dirier İngilizce Öğretmeni Yıldız Can hocasıyla.)
1971’de Mardin Lisesini dereceyle bitirdiğim halde, 1968’deki Trafik Davasının yeniden açılması üzerine akrabaların baskısıyla Babam Üniversite sınavına göndermedi. Ben de kalabalık aileye bakmak için resmî dairelere dilekçe verdim. Demokles’in kılıcı gibi başımız üzerinde sallanan dava yine tutuksuz uzatılınca, geleceğimle ilgili kendince plân yapanların heveslerini kursaklarında bırakmak için evlendim. Üniversiteye girinceye kadar kadar boş oturmamak için 1972 yılında Mardin Millî Eğitim Müdürlüğü’ne sınavla memur olarak girdim. 12 Mart darbesinin olduğu bu yılın yazında oğlum doğdu. 1973’te Kültür Servisi Şefi oldum. Cumhuriyet’in 50. Yıl etkinliklerinde görevlendirildim, gerek Mardin kitabının yazımı, gerek diğer çalışmalarla uğraştım.
İyi bir dinleyici olduğumdan, öğrenim hayatımda hiç zorlanmadım. Fakat hayallerim hep geç gerçekleşti… Kısa sürede çok farklı bir kişiliğe bürünüp, içime kapandım… Yine de Rabbime şükürler olsun, onbir kişilik evde zamanında biten Üniversite hayatım, çok kişiye umut oldu. Benden sonra okuyan evlilerin sayısı arttı.
FÇK-“On bir kişilik bir ortamda zamanında biten eğitim hayatınızı biraz açabilir misiniz?”
AD- 1974’te eşim, iki kardeşinin çalıştığı İzmir’e tayin istedi. O arada Diyarbakır’da Üniversite sınavına girdim. Tepki gösterenler olduğu gibi kazanamayacağımı umanlar da vardı… Kıbrıs Barış Harekâtı olduğu sırada İzmir’e taşındık. Tayinim 9 Eylül Ortaokulu’na yapıldı. Sınav tercihinde tek yer yazdım; sadece kız öğrencilerin devam ettiği Buca Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Öğretmenliği. Üst sıralarda çok yüksek puanla girdim. İki yaşındaki oğlum için yine eşimin ailesiyle kaldık. Evde toplam onbir kişiydik… Üç yıl çok şeyde fedakârlık yaparak, gündüzlü olarak okuluma devam ettim. Mezun olacağım günü iple çekerek, boş zamanlarımda dışarıya dikiş diktim. Yatılılar sınıfında gündüzlü başarılı bir öğrenci olarak, Haziran dönemlerinde sınıfımı geçiyordum. Son sınıfta iken Milliyetçi Cephe Hükûmeti kuruldu, okulumuza açık öğretim öğrencileri ve erkekler alındı. O çiçeklerle süslü güzide okul, kısa sürede boykot ve gösterilerle karıştı. 1977’de alt sınıflardan 2 erkek öğrenci öldürüldü. Cenazeler için yatsıya kadar okulda bekletilince, gündüzlülerin aileleri merak içinde Buca’ya koştu. Kazasız belâsız Haziran geldi, ama sınavlara yakın evden ayrılmamız istendi. Denkler üzerinde çalışırken, ailece zehirlendik. Bütünlemeye kalmamak için hastaneden kaçarak sınava girdim. Mezun olduğumda 47 kiloydum.
FÇK-İlk görev yerinin hayatımızdaki yeri çok farklıdır. Bu yerin diğer çalıştığınız Liselerden ayrı bir yeri olduğuna eminim. Göreve başladığınız yıllar ve sonrası Türkiye Siyasetinde önemli değişikliklerin olduğu döneme rastlar. Genel özelliklerini açıklar mısınız?
AD- İlk görev yerim Basın sitesi’ndeki Agâh Efendi Ortaokulu’nun anılarımda çok farklı bir yeri oldu. Elit semt, iyi yetiştirilmiş çocuklar, siyasî görüş farklılığına rağmen hemen kaynaştığımız öğretmen arkadaşlarla yeni okulun eksiklerini kısa sürede tamamladık. 1980’de ilk mezunlarımızın üstün başarıları ile sevinirken, 12 Eylül darbesi gerçekleşti. Toplumdaki Sağ-Sol, Sünnî-Alevî çatışmaları doruk noktasına ulaşmış, önemli kişiler kim vurduya gitmeye başlamıştı. Her an darbe yapılması bekleniyordu. Sonunda oldu ve 12 Eylül sabahı bütün silahlar susup, kargaşa durdu. Önceden iki darbe dönemini gördüğüm halde, bu darbenin onları aratacağı belliydi. 12 Eylül darbesine giden kaldırım taşlarını kimlerin döşediğini, Okyanus ötesinde “Bizim çocuklar başardı” sevincini öğrendiğimizde, dost Batı’nın gerçekte düşmanımız olanlardan daha kötü olduğunu anladık. Her on yılda başını kaldıran, farklı arayışlara yönelen ülkemizin Demokrasi arabasının tekerine çomak sokarak deviren sahte dostlar yine bildiklerini okumuş, Türkiye’yi kendilerine muhtaç hale sokmuşlardı. Türkiye ne zaman başına buyruk davransa, aynı oyunlar oynanıyor. Üzüldüğüm, bu tuzağa düşen aymazlar. O yılların düşman kardeşleri şimdi canciğer kuzu sarması… Ama Batı’da oyun bitmez ki…
O yıl yeni gelen arkadaşların kendinden menkul ayrıcalıkları o sıcak ortamımızı soğutsa da, kızımın doğumu nedeniyle yedi yılın ardından, çok sevdiğim arkadaşlarım ve öğrencilerimden istemeyerek ayrıldım. Agâh Efendi Ortaokulu çok konuda ilk gözağrım oldu. Elimde rengarenk tebeşirlerle çizdiğim şemalar, krokiler, tutturduğum notlar; ders içi yarışmalar, kültür faaliyetleri ve törenlerle belleklerde unutulmaz iz bıraktım. Liseye gidenlere hocaları soruldu hep, yıllar sonra sevinçle “Öğrettikleriniz Üniversitede bile işimize yaradı” diyenlerle karşılaştım. Anadolu Liselerine hazırlarken, Üniversite sınavlarında çıkan soruları da sorardım. Bunu duyduklarında özgüvenleri şahlanıyordu. Onları çok iyi hatırlıyor, fırsat buldukça toplantılarına katılıyorum.
FÇK-“İlk araştırmalarınıza da o dönemde başladınız değil mi?
AD- Göreve ilk başladığım andan itibaren Bilim, Kültür ve Türk Tarihi’ne kendini adamış, idealist bir eğitimci olarak çeşitli dergilerde makaleler, Atatürk İlkeleri ve Türk Anadolu’da araştırma kitaplarımı yayınladım.
1984 yılında kızım doğunca, o ana kadar süren ders dışı araştırmalarıma birkaç yıl ara verdim. Kızım için evimize yakın Balçova Lisesi’ne 1985’te tayin istedim. Orada da yedi yıl Tarih Öğretmeni olarak çalıştım. 12 Eylül Dönemi’nin yarattığı ortam halâ yürürlükteydi ve sağ-sol ayrışması her yerde hissediliyordu. İdarecisinden çalışanına kadar hissedilen bu havayı yumuşatmak için iki tarafla da dostluk kurdum ve kanımca başardım.
Balçova Lisesi’nde okuttuğum, Tarih Bölümü’nü seçen öğrencilerim Doç.Filiz Çolak-Dr.Nezahat Keleş Belen ve Hukukçu Tülin İşcan; Üniversiteye başladıklarında, birikim konusunda Öğretim Üyelerinden bir farkım olmadığını, çocuklar ve görevin yanısıra rahatlıkla kariyer yapabileceğimi söyleyip özendirince, sınava girdim. Sınavı kazanmak yolun yarısı demekti, gerisi kolaydı…
Herkes gezip tozarak hayatını yaşarken, 1987’de DEÜ.Tarih Bölümü, 1989’da TCİT ve Atatürkçülük Enstitüsü’nde Kariyer yapmaya başladım. Çocuk büyütme, öğretme ve öğrenmeyi harmanlayarak yaşamayı tercih ettim. Benliğimi saran mutluluğu, pozitif enerjiyi hissetmelerine rağmen eleştirenler de oldu, takdir edenler de...
1992’de Selma Yiğitalp Lisesi’ne tayin istedim. Yeni okulda iki yıl ardarda iki kez terfi alarak(biri master, biri Bakanlığın başarılı sicil ödülü) 20. yıl başlarında 1.dereceyi aldım. Üniversitelerde T.C.İnkılâp Tarihi ders saatleri yarıya indirilince, öğretim görevlisi fazlalığı oldu. Benden 15 yaş küçük kariyer arkadaşlarım İzmir dışındaki Üniversitelerde görev alırken, eşim İzmir dışına çıkmayacağını söyledi! Hüzünle kariyeri noktaladım… Sinüzit nedeniyle 85 kişilik sınıflarda bunalınca, özel bir okulda çalışmak üzere 1995’te emekli oldum.
Emeklilik ve babamın vefatı beni olumsuz etkiledi. O arada Alerji için bir Profesörün uyguladığı bir yıllık aşı, bağışıklık sistemimi çökertti. Kendimi toparlamam iki yıl sürdü. Cumhuriyet’in 75. yılına rastlayan o anlarda soru bankası, şiirler yazarak kendimi toparladım, ama çalışma hevesim tamamen söndü.
2000 yılında sözlerini yazdığım İzmir Ekonomi Üniversitesi Marşı’nın kısa sürede Ali Kocatepe tarafından bestelenmesi yazma arzumu tetikledi. Ardından İzmir’in Tarihi’ni kapsayan “İzmir’den Epik ve Lirik Kesitler”, “Çaka Bey Destanı” şiir kitaplarını yazdım. Kızıma aldığımız bilgisayara yazıları aktararak, bazen kaybederek(!) İnternet ortamına girdim. Bir sitenin hikâye yarışmasında birinci olunca, sanal ortama demir attım…
“Söz uçar, yazı kalır. İnsan ölür, adı kalır.” düstûruna bağlı kalarak; millî ve manevî değerlerimizi, Mete’den Atatürk’e kadar olan 2000 yıllık zaman sürecinin görkemli ruhunu gençlerimize aşılarken; yarım kalan kariyerimi de yazılarla, kitaplarla sürdürmeye çalışıyorum. Böylesine yoğun yazmamın bir nedeni de; Montaigne’nün “Yazmak mutsuzluğun nedeni değil, sonucudur.” deyişinde yatar… Kariyerimin yarım kalması halâ içimde bir ukde…
FÇK- “Millî Sesimiz Mehmet ÂKİF Balkan-Çanakkale-Kurtuluş Savaşları’nda”, “Türkiye’de Anayasa Hareketleri”, “Cumhuriyet Destanı”, “Çanakkale Serefrazı” araştırma ve şiir kitaplarınız var. Bunlar hakkında bilgi alabilir miyiz?
AD-Mehmet Âkif kitabım; derleme, anı ve yorum sentezi. Millî Sesimiz Âkif’in en güç zamanlarda yükselen sesi, Türk milliyetçiliğinin filizlendiği Balkan Savaşı, boy attığı Çanakkale Savaşı ve doruğa ulaştığı Kurtuluş Savaşı sırasında yazdığı şiirler, ortamları, M.Kemal Paşa ile karşılaşması, ona güvenmesi, zafer sonrası Gazi Paşa’nın çevresinden uzaklaştırılması, Mısır’a davet üzerine gitmesi, geri dönüşü ve yokluk içinde vefatı işleniyor. Sığ birikimli kişilerin çıkarları için ortalığı nasıl karıştırdığının, dostlukları ayrıştırdığının tipik bir örneği…
-“Anayasa Hareketleri”, Demokrasi hayatımızın serencamını, Dünya Demokrasi Hareketleri paralelinde Türkiye’de, bütün Anayasalarımızı özellikleriyle anlatan makalelerden oluşuyor. Sonunda hep örnek gösterilen 1924 Anayasası’nın tam metni var. 2011’de yamalı bohçaya dönen 1982 Anayasası yerine başlayan yeni anayasa girişiminde bir türlü tam uzlaşma sağlanamaması üzerine, bu kitabı yayınlamaya karar verdim. Amacım, geçmişe objektif bir gözle bakarak ders almak; dış telkin ve oyunlara aldırmadan, topluma huzur ve gönenç sağlayacak, devleti tam anlamıyla sivil kılacak, her türlü vesayet ve bölücü emellere set çekecek, bireyin hak ve hukukunu gözetecek çerçeve bir anayasa hazırlanması uzlaşmasına katkıda bulunmaktır.
-“Cumhuriyet Destanı”, Atatürkçülük maskesiyle dolaşanlar ile sevmeyenlerin sanal ortamı kaplayan hezeyanları ve yanlış yorumlayanların yalanlarını göz önüne sermek için yayımlandı. Millî ve manevî değerlerimize sahip çıkmak yerine, onları kötüleyenlerin topluma verdiği zarar azımsanmayacak kadar çok… Cumhuriyetimizin 75.yıldönümünde epik destan halinde yazdığım kitabı, o sırada Ortaokula giden kızım daktiloya çekti. 90.yılda öğrencim Prof. Aylin Kantarcı’nın yardımıyla yayımlamak nasip oldu.
-“Çanakkale Serefrazı”, 100.yıldönümü için epik destan halinde hazırlandı. İçinde 6 bölüm değerli Bestekâr Ramazan Özyurt tarafından bestelenip, Çanakkale Serefrazı klip haline getirildi. Diğerleri öğrencim Şef Alper Gündüz yönetimindeki İzmir Musıkî Derneği tarafında Şehitle Haftası Konseri’nde seslendirildi.
“I.Dünya Savaşı’nın Serencamı & ÇANAKKALE”, Çanakkale Savaşları’nın 100. yıl dönümü için hazırladığım bilimsel araştırma da yayınlanmak üzere bekliyor. Bütün kitaplarım objektif anlayışla yazılmış olup, amacım topluma gerçekleri açıklamak, gençlere özgüven kazandırmaktır.
FÇK-“Atatürk İlkeleri, Türk Anadolu’da kitaplarınızla ve Yıllarboyu Tarih, Atayol, Bilim-Birlik-Başarı dergilerinde yayınlanan makaleleriniz ile gençleri aydınlattınız. Zaman zaman tarih kitaplarında yanlış bilgiler olduğu ileri sürülür, siz konunun uzmanı olarak ne diyeceksiniz?
AD--“Atatürk İlkeleri”, objektif gözle yazılmış özlü bir el kitapçığı. Okuyan uzmanlar hep kutladı. “Türk Anadolu’da” sanki bugünler için yazılmış. Fethin öncesi ve sonrasında Anadolu’nun genel durumu kaynaklarıyla yazılı.
Bugün internette herkes Tarihçi kesildiğinden yalan-yanlış bilgilerle, uyduruk tarihlerle karşı karşıyayız. Geçmişte Tarih kitaplarında yanlıştan çok eksik bilgi vardı. Yeni araştırmalar, buluntular ve çözülen belgelerle kitapların yenilenmesi gerekli. Örneğin uzun süre Anadolu’ya 1071’den sonra geldiğimiz işlendi. Oysa yaptığım araştırmalarda, 4 ve 5.asırlarda Hunlar’ın Anadolu’da bulunduğu, 8. asır ortasından itibaren Türklerin İslâm Ordularında görev aldığı, Bizans sınırında fetih için kurulan Avasım denilen Halep’ten Erzurum’a kadar uzanan Uc’ta görevlendirildiğini gördüm. Sürekli el değiştiren bu sınırda yerleşen ordu, komutanına dek Türklerden oluşuyordu.
İlkçağ Araştırmacıları, daha eski tarihlerde Türklerin Anadolu’da bulunduğunun izleri ve belgelerini buldular. Van ve Gevaruk Vadisi’nde bulunan duvar resimleri, tamgalar on –sekiz bin öncesine dayanıyor. MÖ.2250’lere ait bir Akad belgesinde Anadolu’nun siyasi, ekonomik, etnik, sosyal yapısıyla ilgili bilgi veriliyor. Metnin 15. satırında Türki Krallığı adı geçiyor. Bunu teyit eden binlerce metin var. Araplar da Türk demiyor, “Türkî” diyor. Keza Sovyetler Birliği dağılınca ortaya çıkan devletlere Türkî Cumhuriyetler denmesi boşuna değil... . Arkeolojik buluntular, Türklerin Tufan sonrası Anadolu’da bulunduğunu kanıtlıyor. 1071 de Anadolu’yu fethedenler Müslüman Türkler. Malazgirt Zaferi’nin kazanılmasında; Bizans ordusunda ücretli asker olarak bulunan Peçenekler, Kumanlar ve diğer Türk boyları karşı tarafın dilini duyunca aynı soydan olduklarını anlayıp, Selçuklu Ordusuna katılmalarının da büyük katkısı oldu. Anlayacağın Türkler Anadolu’da hep vardı.
-Gemileri karada ilk yürütenin Fatih Sultan Mehmet olduğu yazılır. Oysa ondan 115 yıl önce İzmir Emiri Gazi Umur Bey, bugünkü Korint kanalının olduğu yerde, gemilerini Adalar Denizi(Ege)’nden Adriyatik Denizi’ne karadan kızaklarla kaydırdı. Fatih’in büyüklüğü, geçmişteki Türk Büyüklerinin hayatını inceleyip, yaptıklarından ders almasından kaynaklanıyordu.
-Çanakkale Savaşları hakkındaki uluslararası dergide yayınlanan bir makalede, Yarbay Mustafa Kemal’in eski yıpranmış haritalarla harikalar yarattığı yazılıydı. Oysa Ortaokul 8.sınıf öğrencileri bile, önceki ünitede Mustafa Kemal’in Balkan Savaşı sırasında Çanakkale Boğazı’nı korumakla görevlendirildiğini, o sırada Gelibolu yarımadasının topoğrafik haritasını çizdirdiğini bilir.
-Büyük Taarruz için hazırlanan “SAD Plânı”nın adını askerden sivile uzman olan herkese sordum. Yarışma bile düzenledim, kimse bilmedi. Oysa dersi anlatırken ordunun konuşlanışının çizimini yapsalar, kitap çizimlerine dikkat etseler, karşılarında duran SAD harfini görürlerdi!
-Sakarya Savaşı’nda Mustafa kemal Paşa’nın uyguladığı “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır!” stratejisi ilk kez uygulandı diyorlar. Oysa Çanakkale Savaşları’nda da aynı stratejiyi uyguladı. Yerimiz kısıtlı olmasa bu konuda yazılacak çok şey var daha…
FÇK-“Aşk’a Söz Verdik” 1-2, “İç’ten”, “Bayrağımın Gölgesinde” şiir kitapları ile “Anadolu’dan Seçme Öyküler” ortak kitaplarınız var. Ortak kitap çıkarmanın büyük hata olduğunu düşünen ben bu soruyu sormadan edemeyeceğim. Bu eserler amacına ulaştı mı?
AD-Ortak kitapların amacı; daha geniş çevrelerde tanınıp, imkânı kısıtlı olanların da tanınmasına yardımcı olmaktır. Bu kitaplardan kâr amacı güdülmüyor zaten. “Bayrağımın Gölgesinde” şiir kitabı Azeri kardeşlerle ortak basılarak, arada bir bağ oluşturuldu. Bu bağın, İLESAM’ın kurduğu köprü aracılığıyla diğer Türkî kardeşlerle de daha çok güçleneceğine inanıyorum.
FÇK-“İki evladınız var; Allah bağışlasın Umut ve Ece… Evlat sevgisini bize nasıl açıklarsınız? Biliyoruz ki Ece’nin dünyaya gelmesiyle bazı şeylere yine ara vermiştiniz.”
AD-Evlat, insanın özünün yansıması, Allah’ın bir emaneti. O emaneti korumak, hakkıyla yetiştirmek için ana hep tetikte, hep fedakârlıkta… Umut doğduğunda tam gün çalışıyordum, ardından Üniversite… Onu doyasıya sevemedim, gözüm hep arkada, aklım hep evde kaldı. Oniki yıl sonra Ece doğduğunda daha şanslıydı. Yarım gün çalışıyordum ve onu kendinden özge sayan bir ağabeyi vardı. Kitap, dergi yazılarını bir kenara koydum. Ama iki çocuğumda iki yaşındayken, okumam nasip oldu. Kariyerimi Umut’a borçluyum… Onun verdiği güven olmasa devam edemezdim.
FÇK-Birçok ödül aldınız. Göztepe Kulübü Başkanı, İş Bankası Halkla İlişkiler Müdürlüğü ve İEÜ.Rektörü’nün teşekkürleri, İzmir Ekonomi Üniversitesi Marşı (Beste: Ali Kocatepe) ve İzmir’i Sevenler Platformu’nun en iyi Şiir ve Şair ödülü, Ümraniye Belediyesi teşekkürü, Emniyet Genel Müdürlüğü teşekkürü, bir sitenin yarışmasında hikâye birinciliği, 2010 Milliyet Miss Blog birinciliği bunlardan bazıları… Bu ödüllerin size manevi katkıları, yaşattıkları duygular ne oldu? Bizimle paylaşır mısınız?
AD-“Marifet iltifata bağlıdır” derler. Genelde hüzünle karışık bir sevinç kapladı içimi… “Havanda su dövüyorsun!” diyenlere birer cevaptılar sanki. Öğrencilik hayatımda aldığım takdirlerden ödüle alışkındım, ama hayatım ne zaman bulutlansa, İlâhî teselli armağanı mahiyetinde bir ödül gönderdi.
FÇK-Bazı eserlerin yayına hazırlanması çok vakit ve titizlik istiyor. Sizin de üzerinde çalıştığınız “İsfahan’dan İzmir’e” ve “Savaş bitti mi?” (Çanakkale’den İzmir’e) seri romanlarınız nasıl gidiyor diye sormak istiyorum. Ne kadar süre zarfında tamamlanır, ne zaman okurlarıyla buluşur?
AD-“İsfahan’dan İzmir’e” içimde bir sızı… Bazı bölümlerini yayınladıktan sonra, nazar mı değdi ne oldu anlayamadım. “İmmortel/Ölümsüzler” bölümünden sonra tek satır ekleyemedim. Site, kitap basımı çok zamanımı aldı. Uzun bir süreç ve geniş coğrafyayı kapsadığından birkaç cilt olacak. Şu anda uzun soluklu başka bir çalışma ile uğraşıyorum. Tamamladıktan sonra ona dönebilirim. Ama zihnimi çok yoruyor, romanın kahramanı Çaka Bey, sürekli “beni yaz” diye fısıldıyor. Yazma konusundaki kargaşayı iyi bilirsin. Beyin bilgi çöplüğüne dönmüş gibi ve onlardan kurtulmak istiyor. Ben Tarih Çağları arasında yolculuk yaptığımdan işim daha zor. “Savaş bitti mi?” müsveddeleri, “İsfahan’dan İzmir’e” romanımın özeti ile çöpü boyladığından, Kurtuluş Savaşı’nın 100. yılına öteledim. Yazmak ve tamamlamak nasip olur inşallah…
FÇK-“Kültür Bahçesi isminde bir bloğunuz var. Henüz incelememiş olan arkadaşlarımıza da buradan duyuralım. Blog ne amaçla kuruldu? Ve yazılarınızı ve araştırmalarınızı sadece bu blogda değil aynı zamanda Milliyet Blog, Edebiyat Evi, Australia Türk, Florida Türk siteleri ve Egeli Sabah, Artuklu Haber gazetelerinde yayınlandı. Genelde kültür ağırlıklı makaleler yazdınız. Yesevî Sevgi Dergisi ile Yeni Türkiye Dergisinde araştırmalarınız yayınlandı. Araştırma yapmak mı yoksa kurgu mu zor, diye sorsam ne dersiniz?”
AD-Kızıma bilgisayar aldığımızda, adımı araştırdı. Aman ne göreyim, yüzlerce yazıda makalelerim, Türk Anadolu’da kitabım geçiyor. “Yavuz’un küpesi” ile ilgili Yıllarboyu Tarih’te 1979’da yayınlanan makalem hepsinden baskın bir şekilde ekranı kaplayınca, emekliliğin şokundan kurtulup bir sitede yazmaya başladım. İnternet her konuda çok iyi bir kaynaktı, ama yalan yanlış bilgiler doğrulardan baskındı ve yanlış anlamalara müsaitti. Bir de ard niyetli, kıskanç, küfürbaz insanlar olayları çarpıtarak yansıtıyorlardı. O zaman kendi blogumu kurmaya karar verdim. Yazılarım kaynak olarak kullanılmaya başlayınca birkaç kez çok tıklanmaktan çöktü. Kuran yakınım, e-kitap ve videolar için genişletmek amacıyla el koydu. O arada hastalandı… Uzun süredir tamamlamasını sabırla bekliyor, ona acil şifalar diliyorum…
Araştırma zaman ve dikkat ister. Araştırmaya dayalı bir kitabın hazırlanması daha çabuk biter. Kurgu ise geniş bir hayal ve birikime dayanır. Kolay gibi görünse de, araştırmadan daha uzun bir süreci kapsar. Bazen şiirde bir kelime, bir cümle için bütün gün uğraşırım. Hiç ummadığım bir anda, yolda veya uyurken zihnimde çiçek gibi açar. Roman kahramanları ise gölgem gibi hep benimle… Okuduğum bir deyiş, duyduğum bir ada hemen sahip çıkarlar.
Yayınladığım kitapların çoğu araştırmaya dayalı, bazıları epik şiirler. Romanlar ise belgeselle kurmacanın harmanı… Bu aralar kendimi Lise yıllarımdaki gibi hissediyorum. Çok yüksek bir zihin enerjisi ve kapasitesiyle, her dalda eser üretmeye çalışıyorum. Rabbim tamamlamayı nasip eder inşallah...
FÇK-“Ülke sorunlarına duyarlı bir yazar olarak geçmişi güncelle harmanlanıp geleceğe ışık tutmaya çalıştığınızı dile getirmiştiniz. Sizce ülkemizin en büyük sorunları nedir ve çözüm yolları ne olmalıdır?”
AD-Türkiyemiz, belâlı bir coğrafyada… Tarih boyu birliğin sağlandığı Roma-Bizans-Osmanlı imparatorlukları dönemi dışında huzur bulmamış bir “medeniyetler mezarlığı…” Sürekli istilâlara, saldırılara uğrayan bir köprü… Şefkat yurduna dönüştüren Selçuklular zamanında bile Babaî İsyanı ve iki büyük felâket yaşandı; batıdan Haçlılar, doğudan Moğollar saldırarak ilerleyişi durdurdu… Bu saldırganlar başarılarını Beşinci Kol dediğimiz gizli casusluk faaliyetlerine borçluydular. Bu felâketlere rağmen millet Anka soylu olduğundan küllerinden dirilip, bir cihan imparatorluğunu kurdu. Yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu parçalandı, yine küllerinden Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Şimdi III.binin başlarında yüz yıl önceki hesap defterleri açıldı. Çünkü her bin yılın ilk yarısında Türkler’in tekrar güçlenip, hakimiyet kurdukları biliniyor. Tarihçi ve Stratejistler 2050 yılında güçlü bir Türkiye’nin Dünya siyasetinde yönlendirici olacağını vurgulayınca; Beşinci kol faaliyetleri hızlandı. Türkiye üzerinde geniş kapsamlı büyük oyunlar oynanıyor. Hem işlenmemiş petrol ve bor yataklarının önemi, ticaret ve enerji kaynaklarında köprü lojistik konumu; hem de OD siyasetinde her dönemde etkin olması küresel güçlerin hoşuna gitmiyor. İç kargaşalar ve Ermenistan’dan Doğu Akdeniz’e uzanan bir koridorla Türk ve İslâm Dünyası ile bağı koparılarak, güçlenmesi engellenmek isteniyor.
Yakın çevremiz ateş, entrika, bölünme sarmalındayken; bizim geçmişten ders alarak birliğimizi korumamız, kenetlenmemiz gerekiyor. Ama meseleyi kavramayanlar, özgüveni törpülenmiş olanlar maalesef dış mihrakların tuzağına kolayca düşüyor. Son yayınlanan Aydınlar Bildirisi Beşinci kol faaliyeti olup, sahibinin sesini yansıtmakta… Yayın kaynağı Boğaziçi Üniversitesi, biliyorsun eski Amerikan Koleji… Ülkeyi bölmeye çalışan, halkı öldürüp, cami yakan mobil teröristleri bizden sayan aymazlar da bunlara çanak tutuyor. Oysa geçmişteki oyunları iyi bilenler, bunun bir ihanet olduğunun farkında… Dostumuz(!) ABD ve AB çifte oyunlarla birliğimizi bozmaya çalışırken, kendi ayaklarına kurşun sıkıyorlar. Gerçekte emperyal ruhlu Rusya ve İran’ın işini kolaylaştırıyorlar…
Sorunları birlik olursak, sabırla çözeriz. Birliğin olduğu yerde, dirlik de olur. Ekonomik gelişme ve sosyal adalet bunu sağlar. Bugün Hükûmetimizin uygulamaları, çabaları buna yönelik… Unutmayalım ki; birliği bozulan milletler, geleceklerini de yitirir ve er geç tarihten silinirler… Anadolu’ya boşuna “Büyük Mezarlık” denmemiştir. Kimler geldi, kimler geçti?.. Tarih boyunca(bin yılı Anadolu’da) birçok devlet ve bayrak altında hür ve bağımsız yaşıyorsak, bunu atalarımızdan kalan “bağımsızlık karakterimdir” fıtratına borçluyuz. Bağımsızlık için birlik şart!..
FÇK-“Yazarların, gençlerin, okumayı sevenlerin muhakkak okuması gerekir dediğiniz birkaç en son okuduğunuz kitapların ismini alabilir miyiz?”
AD-Geçen yıl yazmaya başladığım uzun soluklu bir proje için birkaç kitap elimde şu an. DEÜ. Eğitim Fakültesi Dekanı (emekli) Prof. Adnan Gülerman ve Sevda Taştekil tarafından yazılan “AHİ Teşkilâtının Türk Toplumunun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerindeki Etkileri” hakkındaki Kültür Bakanlığı ödüllü kitabı ile birkaç kitabı dönüşümlü okuyorum. Patrik İgnatius Efrem I.Barsavm tarafından yazılan, Zeki Demir tarafından Türkçe’ye çevrilen Süryanilerin 5500 yıllık yazınsal tarihinin özeti “Saçılmış İnciler”; Fatma Çetin Kabadayı’nın; “Büyümüş de küçülmüş” isimli, Millî Eğitim onaylı deyim öğretimi kitabı, Mehmet Nuri Parmaksız’ın “Sükût’un Kalbinde” deneme kitabı, Mehmet Fatih Bekirhan’ın “Türkistan mı, Kürdistan mı” araştırma kitaplarını herkesin okumasını tavsiye ederim.
FÇK-“Yazmak dışında bir de terzilik yeteneğiniz var sanıyorum. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?”
AD-Okul öncesi dönemde bez bebeklerimin giysilerini değiştirip, farklı kombineler yapardım. İlkokuldayken yaz tatillerinde sabır eğitimi dediğim nakış başladı. Komşumuzun dikiş makinesini boş bulunca hemen başına çökerdim. Kız Meslek Lisesi Orta bölüme başlayınca bana dikiş makinesi alındı ve annemle dışarıya dikmeye başladık. 1968’de Ortaokulu bitirdiğimde, Kız meslek Lisesi Müdiresi dikişte çok yetenekli olduğumu, kalırsam geleceğimin garantili olacağını söyleyip, diplomamı vermek istemedi. Devam etsem yükseği okumam, tasarımcılar arasına girebilirdim. Mardinli ünlü tasarımcı Suat Aysan hepimizin öykündüğü bir örnekti… Ortaokul çizim defterlerimi arkadaşlarım lisede kullandı. Hocalarım Liseye gitmemin daha iyi olacağını söyleyince, Mardin Lisesi’ne yazıldım. O yılın yaz aylarından itibaren hocalarım, şehrin ileri gelenlerine, Paşa kızlarına, Vali’nin çocuklarına elbiseler diktim. Hayat ve Burda dergileri farklı tasarımlarda ufkumu açıyordu. Yakın zamana kadar diktim, şimdi yazılardan dikişe zaman ayıramıyorum. Yine de sevdiklerime önemli günlerde mutlaka bir şeyler dikerim.
FÇK- "Maşallah... İmrenilesi bin bir özellik... Peki Ayten üstadem, sizce mutluluk nedir? En mutlu olduğunuz bir anınızı bizimle paylaşır mısınız Ayten Hocam?”
AD-Robin Sharma der ki; “Mutluluk ve doyurucu bir yaşam, kendinizi bütün kalbinizle yaşamaya ve başkalarının hayatlarında bir fark yaratmaya kendinizi adadığınızda size gelir. Başkalarına hizmeti, görev edinmek gerekir.” Bu anlayışa sahip olduğumdan, mutlu olduğum anlar çok… Ama genelde mutlu anımı mutlaka birileri gölgelemiştir. Çok üzgün olduğum anlarda da İlâhî bir teselli armağanı göndermiştir... Konfüçyüs‘ün “Gölgesiz mutluluk olmaz. Bak Güneşte bile leke var.” deyişini doğrularcasına…
Annemin vefatının ardından, babamın ölümle sonuçlanan bir trafik kazası sonrası tutuklanması, tüm yükün Ortaokulu bitirmiş bir genç kızın omuzlarına yüklenmesinin şokunu yaşarken, babamın özgürlüğüne kavuşması; oğlum ve kızımın doğumları, mutlu anların başında gelir. İzmir Ekonomi Üniversitesi için yazdığım marşın, Cumhurbaşkanı ve Devlet büyüklerinin katıldığı görkemli açılış töreninde gösteri eşliğinde sunulması, en mutlu olduğum andı diyebilirim. Hüzün sarmalında çöktüğüm bir sırada; özümü hatırlatan, yeniden dirilten işaret fişeği gibiydi…
FÇK-“Kendinizde sevmediğiniz bir huyunuz var mı? Değiştirebilseydiniz hangi keşkenizi değiştirdiniz?
AD-Herkesi kendim gibi sanmak! Oysa çevremiz kıskanç, kötü ruhlu nankörlerle dolu… Keşkelerim az, ama bu kadar merhametli ve uysal olmasaydım dediğim anlar da çok… Bu fıtratım beni hep ikinci plâna itti ve genelde nankörlükle karşılaştım. Yine de “Veren el, alan elden üstündür” düstûrum… Affedenin üstün olduğu kuralı tesellim… Keşke en verimli dönemimde emekli olmasaydım!
FÇK-“Edebiyatımızın bugünkü halini nasıl buluyorsunuz? Sizce yazara, kültüre yeterli destek ve önem veriliyor mu? Ne yapılması lazım?
AD-Genel durumu A.Hamdi Tanpınar 1950’lerde şöyle dillendirmiş: “Türk romancısı kendisini okutmak için etrafa çok tavizat veriyor. Üslûptan, orjinalden sakınmaya mecbur kalıyor. Ya sadece Garp’ta kalıyoruz, yahut iptidai bir zevkin adamı oluyoruz.”
Günümüzde de aynı durum sürse de, yazarın desteklenmesi önem kazanmaya başladı. Kültür Bakanlığı’nın desteği ve kitap alımı yazarlara farklı kulvarlar açtı. Vakıflar, Bankalar, STK gibi destek verenler arttı. Yalnız bu konuda girişken ve çevresi olanlar kazançlı çıkıyor… Kitap Fuarları da yazarların tanınmasında, okuyucu ile buluşmasında etkili.
Tarihten kaynaklanan bir özelliğimiz var, okumaktan çok konuşmayı severiz. Topluma okuma alışkanlığı İlkokul’dan itibaren aşılanmalı. II.Binin sonunu yakalayan bizlere okuma sevdirilmişti, ama III.Bin gençliği, iletişimdeki hızlı devrimle bizden çok farklı. Sanal ortamda her şey görsel olarak elinin altında. Müthiş bir değişimle karşı karşıya. Olumlu olduğu kadar; olumsuz, sakıncalı yönleri de var. Bu gelişme yazarları da etkiledi elbette. Gölgede kalanlar sanal ortamda ortaya çıkmaya başladı. Hatta herkes yazmaya başladı!..
Devlet kadar, sivil kuruluşlar da desteği arttırmalı; basılı yayınların yanı sıra e-kitaplara, videolara ağırlık verilmeli. Gençliğin tümü sanal ortamda at koşturduğuna göre bu gerekli… Ama kitap okumanın zevki çok farklı… Bunun için Millî Eğitim Müdürleri’nin, Ankara’da olduğu gibi okullarda “Yazar-Öğrenci Buluşması”, STK ve Belediyelerin de Kültür Merkezleri’nde “Yazar-Okur Günleri” düzenlemesi çok iyi olur. Bankaların da tanınmış yazarlardan çok, gölgede kalanlara destek olması daha yararlı olur.
FÇK-“Çeşitli edebiyat yarışmaları var. Sizce bu yarışmalar şair yazara faydalı oluyor mu yoksa farkında olmadan zarar mı veriyor?
AD-Yarışmalarda maalesef kayırma var! Herkes kendi görüşündekileri ödüllendiriyor. Bazı yayınevlerinin eserlerde değişiklik yapıp yayınladıkları iddia ediliyor. Ama yarışmaların yeni eserlerin doğmasında etkili olduğu şüphesiz…
FÇK-“Ayten Dirier’in yapmak isteyip de henüz yapamadığı bir şey var mı diye sorsam ne dersiniz?”
AD-İnsan yaşadığı müddetçe hayal eder. Hayaller tükendiğinde işi bitmiş demek… İsteklerim geç gerçekleşiyor nedense… Bunun suçunu da ısrarcı olmayışım, yoğun empatim ve tevekküle bağlıyorum. Başkaları için kendi isteklerimden çok kez vazgeçtim... Bu nedenle şu an için isteyip de yapamadığım şeylere ötelenmiş gözüyle bakıyorum… Gerçekleşir inşallâh!
FÇK-“Okurlarımızla bir paragraf yazınızı ve bir şiirinizi paylaşmak isteriz. Müsaade eder misiniz?”
AD-“ Ölümsüz nağme Teşrik Tekbirleri” makalemden: "İslâm Dünyasına estetik kazandıran Türkler, musıkî alanında da ince duygular kattılar.Ezanın farklı makamlarda okunmasının yanı sıra, Segâh Kurban Bayramı Tekbirini de, Türklerin Klâsik Dönemin son demlerini yaşadığı XVII. asırda Buhurîzade Mustafa - Itrî kazandırdı. Beş gün boyunca her farzın ardından makamlı okunan tekbir, ruhumu kanatlandırır, kâinat üstü yüceltir ve sonunda birer inci tanesi halinde yanaklardan süzülüp, günlük yaşantıya döndürür. O sırada ruhum Mavi Tuna kıyılarından kanatlanır, İstanbul Topkapı Sarayında Itrî’yi dinledikten sonra, Ağrı Dağının doruklarına konar; Nil deltasından boydan boya Akdeniz’in güneyini katedip, Atlas Okyanusu dalgalarına dalar. Ardından yavaş adımlarla, zamanı çatlatırcasına istemsiz gerisin geriye aynı rotada çekilmeye başlar. En umutsuz anlarda bile Çanakkale siperlerinde, Doğu’da, Güney’de, Sakarya boylarında, İzmir’in Kordon rıhtımında o ölümsüz nağme duyulur hep… Bugün “biz-siz” söylemiyle aramıza nifak sokmaya çalışanların aksine, bizi birbirimize kenetleyen bu ölümsüz nağmelerin, sonsuza dek ruhları kanatlandıracağı nice bayramlara erişmemizi dilerim."
-Son kitabımın adını taşıyan, Ramazan Özyurt tarafından bestelenip, klibi internette olan şiir:
ÇANAKKALE SEREFRAZI
Ey gönüllerde hüzün ve sevinci harmanlayan şehitler
Nurlu alnınızda al güller, dudağınızda kızıl şerbetler.
Sizler rüzgârda bile duyardınız ilâhi vatan aşkını
Gökyüzünde istiklâl hilâli, karada onurun destanı.
Ezeli, ebedî kahramanlığınıza dağ, ova, deniz şahit
Malazgirt anahtarı, Miryokefalon tapusuna son kilit.
Ufuktaki şafağın, sönmeyen çolpan yıldızı halin
Parlayan son umudusunuz vatan ve istikbalin.
Vatan ve istiklâl uğruna kurban kanınız helâl,
Ebed müddet milletiniz yaşadıkça adınız serefraz.
FÇK-“İçeriği ve bestesiyle adına lâyık bir eser olmuş… Gençlerimize üç öğüt verin desek, eminim öğrencileriniz bundan nasipleniyordur neler söylersiniz?”
AD-1-Sevgi, hoşgörü, empati… Vatan sevgisini, millî ve manevî değerlerimizi her şeyin üstünde tutsunlar.
2-Yalanların gerçekleri bastırdığı, kaos için 5.Kolun yoğun çalıştığı sanal ortamda arkadaşlarına dikkat etsinler; akla mantığa aykırı şeylere inanmayıp, gerçeği araştırsınlar. Önce bilgi edinip, sonra fikir yürütsünler.
3-XX.asır Türk Tarihini iyi öğrenip, Türkiye’nin geçtiği dar boğazlarla günümüzü karşılaştırmaya çalışsınlar. O zaman onları bekleyen geleceği daha iyi anlarlar.
FÇK-“Geleceğe dair ne gibi projeleriniz var, ipucu alabilir miyiz?”
AD-Kutsal mekânları ziyaret, Ayten Dirier Kütüphanesi, Tarihî Dizi ve belgeseller…
FÇK-“Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Başarılarınız, kaleminiz, ödülleriniz daim olsun diyorum.”
AD- Teşekkür ederim Sevgili Fatma. Senin de bütün hayallerin, beklentilerin gerçekleşir inşallâh. Bu potansiyelle ölümsüz yazarlarımız arasında yer alacağına inanıyorum. Yolun açık olsun…