Yaşanılan felaketleri hatırlamamak bu coğrafyanın gereği mi?

xxx33

Refik Halit Karay sürgündeki yıllarını anlattığı "Gurbet Hikâyeleri"nde, Türkiye sınırındaki bir Arap köyünde gördüklerini anlatır. Köye ilk gidişinde, bir kalabalık yerde debelenen bir köylünün çevresinde toplanmıştır.
Köylü nefes alamamakta, göz göre göre boğulmaktadır.
Bu olayın nedeni, o köydekilerin kabaktan su içmeleridir.
Köylüler su dolu kabağı yukarıda tutup, ağızlarını açmaktadırlar. Kabaktaki su böylece gırtlaklarına akmaktadır.
Boğulan bahtsız köylünün kabağına bir arı girmiştir ve suyla birlikte adamın gırtlağına akmıştır. O noktada adamı sokunca, nefes borusuna giriş noktası şişmiş ve tıkanmıştır.
Sonuçta adam debelene debelene boğulur ve ölür.
Aradan geçen zamanda yazar başka yöreleri gezer ve yolu tekrar o köye düşer.
O köydekiler yine su dolu kabaklardan gırtlaklarına su akıtarak, alışkanlıklarını sürdürmektedirler.
Kimse kabaktaki arının sokması sonucunda boğulup ölen köylüyü hatırlamamaktadır.
Aslında "unutmak" ve "ders almamak " bu coğrafya insanlarının da, toplumlarının da doğasında vardır. Harita üzerindeki sınırların farklı bir yanında olmak, bunu değiştirmemektedir.

28 Şubat'ı unuttular
Bunun en son ve en somut örneğini, siyasete ve demokrasiye bakış açılarındaki saplantılı değişmezlikte görmüyor muyuz?
Siyasi tarihimizin son askeri müdahalesini, 28 Şubat 1997'de başlatılan postmodern darbe sürecinde yaşadık.
Bu darbe de diğerleri gibi amaçlananın tam tersi sonuçlar üretti. Toplum mühendislerinin statik ve dinamik hesaplarındaki dramatik hatalar yüzünden, siyasetin merkezi yok edildi, toplumdaki her çeşit kamplaşmalar körüklendi, atanmış hükümetler tarafından ekonomi de hukuk da tahrip edildi, bankalar sistemi de, medya da rezil durumlara sürüklendi.
28 Şubat'tan bu yana geçen 10 yılı aşkın süre sonunda, artık kimsenin "Derin Devlet" güdümlü siyaseti özleyeceğini düşünmememiz gerekir. Çünkü bu, hem belleklerin hem de akıl ve mantığın iflası anlamına gelir.
Ama medyaya da yansıyan yeni siyasi kamplaşmada, belirli kesimler hâlâ "28 Şubat özlemi"ni seslendirmekte.
Üstelik bu kesimler, 28 Şubat mühendislerinin güdümüne girdikleri, Silahlı Kuvvetleri de "Sivil toplum örgütü" olarak sundukları için ve ortak manşetlerle, ortak karalama kampanyaları ile hem mesleklerini, hem de ülkenin geleceğini karartan, aynı siyasi ve mesleki portrelerdir.

Aynı solistler
"Andıçlar"ı tartışmasız uygulayan, kartel kurup gazetecilerin özgürlüklerini buharlaştıran, siyasetmedya ilişkilerini yozlaştıran ve rekabeti yok edenler, şimdi yine aynı şarkıların solistliğine soyunmuşlardır.
Bunların iyice açığa çıkması, "Ergenekon Davası" sayesinde çarpıcı biçimde mümkün olmuştur.
Seçilmiş partilerin kapatılması ve seçilmiş siyasetçilerin yasaklanması beklentisi, seçmenlerin "cahil" diye damgalanarak demokrasinin kötülenmesi kampanyaları, bu kesimlerin aymazlığını iyice kanıtlamıştır.
Dün Yeni Şafak'ta Abdullah Muradoğlu, gazetecilerin darbelere nasıl katkı yapacaklarını pek güzel anlatmıştı.
.... Bir gazeteci nasıl darbe yapar? Çok kolay.. Kalemini, köşeni, gazeteni darbecilerin emrine verirsen suça ortak olmuş olursun. Bazen tersi olur.. Gazeteci, darbe yapmaları için askerleri kışkırtır.. Damardan girer, nasırına basar.. "Öldük yandık bittik" numarası çeker.. "Vatan elden gidiyor" çığlığı basar.. "Gözler orduya çevrildi" diye yazar.. "Genç subaylar rahatsız" diye başlıklar atar.. Genelkurmay başkanına, "Eşi türbanlı subay ordudan çıkarılır. Cumhurbaşkanı aynı zamanda başkomutandır. Başkomutan eşi türbanlı olursa, onun emrindeki komutanlar olarak bunu nasıl karşılarsınız? Tepkiniz ne olur?" diye sorar. Üç beş sıradan adliye vakasını bütün ülke sathına yayılmış gibi gösterir.. Pireyi deve yapar.. Deveyi pire.
Evet... Birileri yine kabaktan akıttıkları suyu gırtlaklarına döküyor.
28 Şubat'ta nasıl rezil olduklarını ve ülkeyi ne duruma düşürdüklerini unuttular.