Tam elli yıl önce bugün dünyaya gelmişim.
1971 ’den 2021 ’e giden bir serüvenim var benim.
Nişantaşı...
Belki o zamanlar popüler değildi ama oradaki doğum hastanesinde açmışım gözümü dünyaya.
Anacığımın da son beşiğiymişim.
O zamanlar Feriköy ’de gecekonduda yaşarken ailem, gecekondunun üzerinden yol geçecek diye oraları istimlak etmişler ve kırkım çıktıktan sonra çocukluğumun ve gençliğimin en güzel yıllarının geçtiği Kocamustafapaşa ’ya taşınmışız.
Kocamustafapaşa...
Buram buram tarih kokan, her yeri saf İstanbul olan bir semttir Kocamustafapaşa .
Azınlıkta olan Ermenilerle komşuluk yapılan bir yerdir Kocamustafapaşa .
Atam Fatih Sultan Mehmed Hazretlerinin hoşgörüsünün en güzel sergilendiği güzel bir mekandır Kocamustafapaşa .
Bir taraftan ezanın lahuti sesinin yayıldığı, bir taraftan da kilisenin gong seslerinin duyulduğu hoşgörü merkezidir Kocamustafapaşa .
Benim çocukluğumda bir başkaydı Kocamustafapaşa .
Komşuluk zirve yapmıştı orada.
Paylaşma vardı, selamlaşma vardı, tebessüm vardı, hoşgörü vardı, muhabbet vardı, saf ve temiz arkadaşlıklar vardı...
Derler ya “O eski bayramlar” diye, işte o vardı benim zamanımdaki Kocamustafapaşa ’da.
Kısaca güzellik adına her şey vardı Kocamustafapaşa ’da.
Diğergamlığın son kalıntıları vardı o zamanlar bu eşsiz semtte.
Kimse aç kalmazdı. En huysuz insana bile aşı verilirdi.
Bir yemek yapılsa kokusunu alana bir tabak verilirdi, komşuluk hakkı diye.
İşte böyle bir zamanda çocukluğum ve gençliğimin en güzel anları geçti.
Bir de söylemeden geçemeyeceğim; beni kendine çeken komşu mahallesi vardı; İskenderpaşa.
Belki kendimi bulduğum, yaşantımın tamamen değiştiği, fikren ve inanç olarak olgunlaştığım yerdi İskenderpaşa.
90’lı yıllarda başlayan İskenderpaşa serüvenim hâlâ devam etmekte, ne mutlu bana.
Hiç unutamam; her Perşembe akşamı yatsı ezanından önce yarım saat yürüyerek İskenderpaşa Camii’ne gelir, oradaki Dost Meclisi’nde dostluğun doyumsuzluğunu yaşardık.
Bir taraftan (Prof. Dr.) Mustafa Karataş Hocam dan ilim öğrenmenin, bir taraftan muhabbetinin zirvesine ulaşırdık bu lahuti mekânda.
Hele ki yine bu mekânda beni Allah’a (cc) yaklaştıran, beni Efendimiz’i (sav) sevdiren Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocamı dinlemek, onun elini öpmek, ona yakın olmak kadar güzel bir duygu yoktu...
Evlenince Kocamustafapaşa ’dan uzaklaştık amma, yine bir ayağımız Kocamustafapaşa ’da, gönlümüz de İskenderpaşa ’daydı.
Baba evi dediğimiz Kocamustafapaşa’daki evimiz ağabeylerimden birine kalmıştı.
Ama Kocamustafapaşa’dan o kadar uzaklaşmadık, Sur’un hemen dışına, Güngören’e taşındık.
Orası eski İstanbul olmasa da yine de İstanbul ’du.
Çoluk çocuğa karışınca hayat meşkalesi insanı daha da yordu.
O eski gençlikteki yaşadığın hayatın aynısını yaşamıyorsun artık.
Teknoloji başdöndürücü şekilde değişirken, insanlar da ona ayak uydurdu ve acayip bir şekilde başkalaşım geçirdiler.
Artık o insanlar gitmiş, farklı kalıplarda insanlar almıştı.
Hep kazanmanın, hep lüks yaşamanın, hep kolaylığın, hep maddi hırsların, hep ikbalin, hep kariyerin, hep zirveye çıkmanın derdinde olmuşlar insanlar.
Önceden komşun açken biz de tok değildik ama şimdi alt kattaki komşunun acısını hissetmez olduk.
Selam vermeye bile çekiniyoruz artık komşumuza.
Bir ufak tebessümü bile fazla görür olduk.
Bizim zamanımızda sokaklar cıvıl cıvıldı.
Ama şimdi sokaklar sus pus olmuş, onların yerine tabletler, bilgisayarlar, cep telefonları almış.
Çocuklar arkadaşlıkları onlarla bulmaya çalışıyor.
Gerçeklerden uzaklaşan bir gençlik üretmeye başladık.
Ne mutlu ki bize biz sokaklarda büyüdük, çamurlarda top oynadık, yağmurlarda ıslandık, en sevimli kavgalarla büyüdük.
Her şey değişmiş bu elli yıllık süre içinde.
Ben bile değiştim.
Fizik olarak da değiştim, duygu ve düşünce olarak da.
Saçlarıma ve sakallarıma aklar düşerken, duygularım ve düşüncelerim tamamen farklılaşmaya başladı.
Bir olgun gibi düşünmeye, bir olgun gibi duygulaşmaya başladım.
Çünkü birçok ölümlere şahid oldum.
Beni en çok üzen ölümlerden biri de Es’ad Hocamınkiydi.
Ölüm vakitsizdi ve O da vakitsiz ayrılmıştı aramızdan. O’nun Avustralya ’dan gelişini beklerken vefatıyla sarsıldık. Rabbim mekanını cennet eylesin.
İşte ölüm diyoruz ya hele ki biricik anacığımın ölümü de beni çok yaraladı. Sanki canımdan can gitmişti. Bir yanım eksilmişti. Hele ki sol yanım çok acıdı ve hâlen de acıyor.
İşte sevdiklerinin böylece dünyadan göç etmesi, insanı çok olgunlaştırıyor.
Her ölüm insana bir nasihat oluyor. Ve sen de hissetmeye başlıyorsun ölümü kendinde.
Acabaların artıyor; ”ölüm bana ne kadar yakın?” diye...
Her aldığım nefes, o kaçınılmaza yaklaşmak demek, sen istemesen de...
Şimdi şöyle dönüp de bakıyorum arkama, bu elli yılı anlat deseler, birkaç paragraftan öteye gitmez. Halbuki ben bu elli yılımı dolu dolu yaşamışken.
İşte ömrün zirvesinden yuvarlanıp gitmeye başladık.
Bir vardık elli yıl önce, bir yok olacağız mechul bir zamanda
Belki o meçhul zaman şu ömrümüzün yarısı kadar olmayacağız.
Önemli olan çok yaşamak değil, dolu dolu, bereketli yaşamak.
Ve de önemli olan nedir biliyor musunuz?
Herkesin seni alkışlaması önemli değil, O’nun (cc) rızasına ulaşabilmektir.
Eğer O’nun rızasına ulaşıyorsam ne mutlu bana.
Rabbim bundan sonraki ömrümüzü de O’nun (cc) dediği gibi yaşamayı nasip eylesin... (amin)
Cezmi KOÇ