İslâm'ın tarih sahnesine çıktığı zamanlarda şiirin sahip olduğu konum ve yer ile, çağımızda sinemanın sahip olduğu konum ve yer arasında gözümüzden kaçan dikkat çekici bir paralellik var: Şiir, İslâm'ın doğduğu çağın zeitgeist'ıydı. Sinema ise çağımızın zeitgeist'ı.
Hz. Peygamber'in İslâm'ı tebliğle mükellef kılındığı çağda, şiir, o çağın en yüksek, en gelişkin, hayatı bütün imkânları ve zaaflarıyla en sarsıcı şekillerde "kavrayan" yegâne idrak ve ifade biçimiydi. En gelişmiş biçimlerinde, bir varoluş ve hakîkat kaynağı, bir hayatiyet vasıtası ve vasatı sunuyordu şiir.
Çağdaş İslâm düşüncesinin iki büyük düşünüründen ikincisi olan İkbal (ki, birincisi Bediüzzaman'dır), Hz. Peygamber'in şiire ilişkin yaptığı iki tariften sözeder: Birinci tarif, şiirin ne olmaması gerektiğine, ikincisi ise ne olması gerektiğine dâirdir.
Hz. Peygamber (sav), dekadans'ı / çözülmeyi, çürümeyi süslü ve ayartıcı bir dille anlatan, insana hayat ve sıhhat bahşetmeyen, toplumu yok olmanın eşiğine sürükleyen şiir anlayışını yerer. Dolayısıyla şiirin ne olmaması gerektiğine ilişkin şu ilkeyi sunar bize: Sanattaki iyi şey, hiç de zorunlu olarak hayattaki iyi şeyle özdeş değildir. Bir şairin nefis bir şiir yazması mümkündür; ama yine de bu şiirle toplumunu Cehennem'e sürüklemesi de mümkündür. Çünkü bu şiir insanın hayat gücünü yok edebilir.
Peygamberimiz, şiirin ne olması gerektiği konusunda ise şu sanat ilkesini sunar bize: Sanat, hayata tabidir; hayata bağımlı olmak zorundadır; hayatın üstünde ya da hayattan üstün değil. Varlıkla ve hakîkatle dolaysız ilişki kurdurtarak bize tam bir keşif ve vecd hâli yaşatabilmelidir.
Çağımızda, şiirin yerini sinema almıştır. Övülen ve yerilen şiir konusundaki nebevî ilkeleri, sinemaya da aynen uyarlayabiliriz…
Medeniyetler, büyük kriz zamanlarında, yaşadıkları krizi anlayabilmelerine ve aşabilmelerine imkân tanıyacak büyük form'lar geliştirirler.
Medeniyetlerin bu büyük kriz ânları, varoluş ve hakîkat krizi yaşadıkları ânlardır. Bu büyük kriz ânlarında, varlık ve hakîkatle doğrudan, dolaysız ilişki kurmayı başarabilen kişiler, ancak sanatçı-düşünür kişilerdir. Büyük sanatçılar, zaten aynı zamanda büyük düşünürlerdir: Bizden Mevlânâ, Sinan, Itrî, Şeyh Galip, İkbal, İranlı sinemacı Mecid Mecîdî; Batı'dan ise Goethe, Dostoyevski, Wagner, Puşkin, Kafka, Tarkovsky bu büyük sanatçı-düşünürlere örnektir.
Büyük düşünürlerse aynı zamanda varlıkla ve hakîkatle dolaysız ilişki kurabilecek düzleme ulaşmış sanatçı duyarlıkları gelişkin kişilerdir. Batı'dan Nietzsche, bizden Bediüzzaman bu kişilere örnektir.
Sanatçı-düşünürlerin de, sanatçı duyarlıkları sonuna kadar açık düşünür kişilerin de en önemli özellikleri, varlıkla ve hakîkatle dolaysız ilişki kurarak hem düşünce / sanat metinleriyle, hem de bizatihî hayatlarıyla vecd ve keşif hâlini hayata geçirmeyi başarmış olmalarıdır.
Medeniyetlerin kriz zamanlarında geliştikleri sanat formları, bu formlarla ilişki kurma biçimine göre hem o medeniyetin en büyük zaaflarını fâş eder; hem de, medeniyetin, yaşadığı krizi nasıl aşabileceğine ilişkin imkânları da bilkuvve sunar; ama bilfiil hayata ve harekete geçiremez. Bu imkânların bilfiil harekete ve hayata geçirilebilmesi, varlıkla ve hakîkatle doğrudan, dolaysız ilişki kurabilme imkânlarına sahip medeniyetlerin ve çocuklarının başarabileceği bir iştir.
Burada en önemli nokta şurasıdır. İnsan, vecd hâlini gerçekleştirmekten kaçınamaz. Eğer insan, varlıkla ve hakîkatle dolaysız ilişki kurabilecek düzlemde değilse, Hollywood sineması, popüler sinemalar, dolayısıyla bütün popüler sanatlarda olduğu gibi, vecd hâlini değil, kaçış biçimlerine dönüşen ve vecdin karikatürü olan, ayartıcı, baştan çıkarıcı sahte coşku ve haz biçimleri üretilebilir yalnızca.
Böylelikle varlık ve hakîkat kavranamadığı, vücûda gelemediği, üstü örtüldüğü için, genelde popüler "sanat"lar, özelde ise Hollywood sineması ve bütün popüler sinemalar, hem insana, kendisini, hayatı ve keşfedilmemiş kıtaları keşfetme imkânları sunamaz; hem de bu keşif yolculuğunun bizatihî kendisini yok eder.
Eğer insan, varlıkla ve hakîkatle dolaysız ilişki kurabilecek bir idrak düzlemindeyse, çok katmanlı keşif ve vecd hâlini dolaysız olarak, sahici bir şekilde yaşar ve yaşatır; Tarkovsky ve Mecîdî'nin filmlerinde olduğu gibi.