Çocukluğum, Kâğıthane köyünün bostanlarında, dutluklarında, rüzgârlı bayırlarında geçti.
Tatlı sular ve o güleç bahçeler...
Suya ve yeşile bakmak sünnetmiş. Dolayısıyla, sünnete uygun bir çocukluk yaşadığım söylenebilir.
İstanbul'da yaşıyorduk, fakat İstanbul'dan habersizdik.
İstanbul, çarşıdaki Ayten Bakkal ve Altıntaş Kırtasiye demekti.
O zamanlar, meyvelerin dili Türkçeydi, ağaçlar saygıda kusur etmezdi.
Annelerimiz durmadan ekmek örüyordu.
Çocuklar, babalarının dalından inmezdi.
Gündüz, boyumuza kadar uzar, uzar, fakat bizi asla geçemezdi.
Kızlarda söğüdün mahcubiyeti, oğlanlarda bir kuğuya boyun eğme mesuliyeti vardı.
Aileler, on ikiden vurma hevesiyle, tutmayan fidan veya yarım kalan söz gibi İstanbul'a gelmişlerdi. Ama kalan bütün maçları kazansalar bile, İstanbullu olamayacaklarını biliyorlardı.
Belki de bu yüzden, tatil deyince köy akla geliyor, cenazeler köye gönderiliyor, emekli olunca köye dönme fikri her daim taze tutuluyordu.
Dört kızdan sonra doğmuştum ve bir evin bir oğluydum. Sürekli tembihler, üzerime titremeler, "gözümün önünden ayrılma sakın" diye başlayan tehdit veya teklifler...
Bir gün büyü bozuldu, kuşatma yarıldı.
Babamdan, annemden ve beni kımıldatmayan ablalarımdan habersiz, Kâğıthane'den çıkıp Şişli'ye kadar yürüdüm.
Dün gibi aklımda: On üç yaşındaydım.
Şişli'yi görünce, yüzme bilmeyen su gibi kalakalmıştım.
Cahit Zarifoğlu'nu edebiyat dersinden bütünlemeye bırakan öğretmen kadar şaşkındım.
Bir filmin sonuna yetişmiş gibi, bazı eksiklikler duyuyordum. Kuşkusuz, fazlalıklarım da vardı. Mesela bizler, ağaçları gövdesinden tanıyorduk; onlar ise yapraklarından bile tanıyamıyorlardı. Ama bu ve buna benzer bilgiler, Şişli gibi yerlerde ne işime yarayacaktı? "Metropolde bir kelebek" diyen Müştehir Karakaya, ne kadar da haklıydı.
Evdekiler bu kaçamağı öğrenince, "ben daha öteye geçemem, yanarım" durumları oldu.
1986 ile 1992 yılları arasında, "benim İstanbul"um Kâğıthane'den başlıyor, Silahtar ve Eyüp'te mola veriyor, Beyazıt Meydanı'nda bitiyordu. Beyazıt Meydanı'nda kitap sergileri açılıyor, eski kitaplar alınıp satılıyordu.
1993 yılında, bir adım daha attığımda, kendimi Dergâh dergisinde, Mustafa Kutlu Hoca'mın karşısında buldum.
Fakat ikinci bir adımı hâlâ atmış değilim.
Doğma büyüme İstanbulluyum ve kırk yaşındayım. Buna rağmen Kadıköy'e bir, Üsküdar'a iki kere gitmişliğim var. Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı gibi yerlere ise hâlâ girmişliğim yok.
Yüzme de bilmem.
Ama işte, biz de İstanbul'un bir ucundan tuttuk.
Gözleri görmeyen biri, yeni çıkan filmleri hiç kaçırmıyor, düzenli olarak sinemaya gidiyormuş. Bir gün, onu tanıyanlardan bir tanesi, "Gözlerin görmediği halde, bu filmleri nasıl seyrediyorsun" diye sormuş.
Cevap şu: "İçimden seyrediyorum."
Benim de durumum bu.
İstanbul'un güzelliği, birçok kimseyi zayıf düşürmüş, rüzgârın önündeki yapraklar gibi savurup atmıştır.
İstanbul, hem bahar, hem gürzdür!
İstanbul'da ev sayısı, evli sayısından fazladır.
Benim İstanbul'la olan ilişkim ise "uzun bir dürüstlük"ten ibarettir.
Not: Bu yazı, ilk olarak Yeni Şafak gazetesinin cumartesi ekinde yayınlandı.