Spengler (1880-1936), “Kültürün engellenemez kaderi uygarlıktır” (SPENGLER, 1997: 45) der. O’na göre her kültürün bir uygarlık durumu vardır. Spengler bunu söylerken bizim “Medeniyet” kavramımızdan haberdar mıdır bilmiyorum ama şunu ifade edeyim ki “Biz” Müslümanlar da Medeniyeti bozduğumuzda varacağımız kader uygarlıktır.
Spengler’e göre, her kültür kendini gerçekleştirmek için, içinde gayret sarfettiği yayılmayla, uzayla, derin şekilde sembolik, âdeta mistik bir ilişkide bulunur. Gayeye varıldığında- fikir, iç imkanların bütün muhteviyatını tamamlayıp dışa karşı gerçekleştirildiğinde- kültür aniden sertleşir, kanı donar, gücü kırılır ve Mısırlılık, Bizanslılık (...) kelimelerinde hissettiğimiz ve anladığımız uygarlık olur. Her kültür ferdi insanın yaş safhalarından geçer. Her birinin çocukluğu, gençliği, olgunluğu ve yaşlılığı vardır. Bir kültür varlığının zirvesine yaklaştıkça, kendine ayırdığı şekil dili daha yiğit, sert, ölçülü, şiddetli, kendi duygusu daha güvenilir, hatları daha açık olur. Nihayet uygarlığın şafağında, ruhtaki ateş söner. Zayıflayan güçler yarı başarılı bir yaratma çabasına yeniden kalkışırlar ve bütün can çekişen kültürler için yaygın olan klasisizmi meydana getirirler; nihayet, yorgun, isteksiz ve soğuk, bütün yaşamak arzusunu kaybetmiş halde, ilk mistisizmin karanlıklarına, ana rahmine, mezara dönmeyi arzularlar (SPENGLER, 1997: 105).
Spengler, kültürlerin ruhları vardır ve kendine “oluşma” imkanı arar, demektedir. Bu nedenle Avrupa’nın “Rönesans/Yeniden Uyanış” hareketini Spengler yaklaşımıyla okumakta fayda vardır. O’na göre oluşan kültür derinlik, genişlik, uzunluk sınırına vardığında “uygarlıklaşır” ve sertleşir donuklaşır görüşündedir. Ruhundaki ateş söner. Halklar, diller, dogmalar, sanatlar, devletler, ilimler... şekillerinin hitamına ya da imkanlarının tamamını gerçekleştirmeye erdiğinde ölür ve ilk ruha döner. O anda fikri korumak için ihtiraslı bir iç mücadele içindedir. Âdeta bedeni ölen bir ruh içine gireceği yaşayan bir cesed aramakta gibidir. Benlik duygusu ve dünya duygusu harekete geçmezse, iç ve dış tamamlama gelişir ve çöküş mukadder olur. Yaşamak arzusunu yitirmezse dünyanın sonunun gelmekte olduğu fikri içinden yeniden ruhu uyanır, harekete geçmeye başlar. Her düşünce ruhlarının yok olması ile ölür. Yeni bir kültür ise yeni bir dünya bakışıyla temas edilebilen dünyanın sırrını sezmekle doğar.
Batı uygarlığı, Doğu’da neşet etmiş İslam kültürünün ışığını ve havasını çaldı ve yeni bir kültür/ruh, uyanık bir şuur olarak dirildi. Müslüman toplumlar ruh köklerini Batı’ya kaptırarak iki boyutlu (uzunluk- genişlik) bir dünyayı yaşıyorlar. Bu tamamen maddecilik ve cismaniliktir. Doğu, ruh uyumasına maruz kalmakta. Derinlikten yoksun bir “dünya” algısı ile yaşamakta. Batı’ya “ölüm bilgisini” veriyoruz ve karşılığında “yaşamakla” ilgili araç-gereçlerini alıyoruz. Doğu, kendi kültür/ruh iklimine uygun bir estetik, bilgi, dil, devlet dışsallığını ortaya koyamıyor. Buna rağmen Batı’yı hâlâ geçerli kılan, onu bütün kültürler önünde klavuz kılan bir takım mekanizmalar var: Demokrasi, adalet, farklı kültürlerin ekonomik ve sosyal birliği, analitik bilginin üretilmesi/biriktirilmesi/kullanılması. Demokrasi, Batı toplumunda halkın yönetime katılmasını değil, görev alan kişinin adalet, hakkaniyet ve bilgi temelinde kritiğini ifade ediyor. Bilgisi olduğu sürece her kesimden insanın, yetkili kişiyi eleştirmesine fırsat verilmiştir. Avrupa, Amerika değildir. Bu şu anlama gelmektedir: Gelecek yüzyılların Müslümanlarının asıl başağrısı Amerika olmayacaktır.
Batı toplumunu Avrupa temsil ediyor. Avrupa, Müslümanların kadim ahlâk- aile- iş- inanç disiplinini kendi dokusuna eklemlemeye çalışıyor. Ancak bu değer, hem Avrupa’lının ırkçı yaklaşımlarıyla çelişiyor ve hem de “Müslüman değerleri” zamanla deforma uğruyor. Ama bu, "Avrupa için ne gam" bir durumdur. Çünkü Batı kültürünün çöküşü, kendi nüfus dengesini yitirmesinden ivme alıyor. Avrupa uygarlığı, antik Yunan’dan beri nüfus üzerinde baskıcı- sınırlayıcı bir siyasal toplum fikri getirmektedir. İşte bu nüfus bugün Avrupalılık olgusunu taşıyamayacak bir zaaf içindedir. Bu nedenle Avrupa, ölmüş bedeni içinde acılar çeken bir ruh paniğine yakalanmış, içine gireceği bir genç beden arıyor. Bunu Akdeniz havzasından başka bir yerden bulamaz.
Biz Müslümanlar o çirkef ruhun bedeniyiz! Kirlenmek, kirletilmek üzereyiz.
- SPENGLER Oswald, Batı’nın Çöküşü, Dergâh Yayınları, 1997