Yazar, sanatçı ve ilim adamı gibi şöhretli kişilerin değerinin onlar hayatta iken yeteri kadar bilinmediği gibi bir kanaat vardır.
Bu genel kanaat bazı ünlüler için geçerli değildir elbet. Onları yeteri kadar görürüz sahnede, vitrinde.
Bazı değerler de vardır ki, yaşadıkları toplum için sürekli değer üretirler ama şöhretleri hak ettikleri kadar değildir. Üstelik onların “şöhret olmak” gibi bir dertleri, hedefleri de yoktur. Hatta, onlar bilirler ki, “şöhret afettir”.
Bu gruba, Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan çalışkanlığı, üretkenliği, çok yönlü kişiliği ve mütevazılığı ile güzel bir örnektir.
Gürdoğan için hazırlanmış bir programda onun renkli kişiliğini tanıyanlardan dinledik. Kendisine şahsı ile ilgili yöneltilen soruları ise ustalıkla geçiştirip hazıruna yine ufuk açıcı, feyizli bir konuşma yaptı.
Gürdoğan’ın birçok özelliği yanında geniş kitlelerin gönlünde yer etmesine vesile olan mühim bir yönü de, Mehmed Zahid Kotku (R. Aleyh) Hocaefendi’nin ve İskenderpaşa Camii ile sembolleşen hizmetin anlatıldığı “Görünmeyen Üniversite” kitabının yazarı olmasıdır.
Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi 28 Mayıs Cumartesi günü özel bir programa daha ev sahipliği yaptı. “Değerle Yürüyenler” başlıklı programda ben de kısa bir konuşma yaparak ona dair birkaç hususiyete dikkat çektim.
28 Şubat’ın şiddetle devam ettiği günlerde O, AKRA FM’de başta Mercek programı olmak üzere çeşitli programlarda misafir ettim.
O can sıkıcı günlerde Gürdoğan hep umut ve şevk verdi dinleyenlere.
Benim formül haline getirmediğim önemli iki özelliğini M. Nuri Yardım, “Nazif Gürdoğan bir ümit ve şevk adamıdır” şeklinde özetledi.
Yazar Şerif Aydemir, Fatih Uğurlu, Hasan Taşçı, Sermet Demircioğlu, Osman Bayraktar, Orhan Kaymak, Davut Pehlivan ve Yalçın Kaya gibi güzide dostları da Ersin Nazif Gürdoğan’ın dost ve bütünleştirici kimliği ile akademisyen ve yazar olarak kimliğini ortaya koydular.
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan “Yedi Güzel Adam”dan biri olarak edebiyat dünyamızda edindiği bu özel yeri ile bir meşale gibi gençlerin yolunu aydınlatan müstesna bir isim. Yeni Dünya Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mahmut Bıyıklı’nın yönetiminde, Nazif Hocanın bildiğimiz yönlerini daha iyi anlamız, bilmediğimiz taraflarını keşfetmemiz için hazırlanmış hoşsohbet bir program gerçekleşti.
Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Gökalp, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve daha pek çok ismin zikredildiği programda çok önemli söz, anekdot ve hatıra paylaşıldı.
Beni Nazif beyin kızı ile ilgili birkaç cümlesi çok duygulandırdı. “Bu konuyu yazmıştım” dediği için arşivden buldum. 28 Şubat’ın boğucu havasının henüz üzerimizden kalkmadığı günlerde kaleme alınmış olması da aşağıdaki yazıya ayrı bir önem katıyor.
“Selva’yı Los Angeles’in ortasına bıraksan değişmez” başlıklı yazıyı birlikte okuyalım:
“Yurt dışında bulunduğum kısa bir süre içinde Türkiye, Marmara çevresini adeta bir savaş alanına dönüştüren, büyük bir depremle sarsıldı.
Çile ve acıyla yoğrulmuş Anadolu insanı bütün dünyayı harekete geçiren depremle adeta bir Yeryüzü Kıyamet'i yaşadı.
Yönetim ile toplum arasındaki kan uyuşmazlığı sonucu yaşanan Küçük Kıyamet'ler, merkez üssü Gölcük olan depremle, büyük bir Toplumsal Kıyamet'e dönüştü.
İnsanlar gibi, toplumlar da, derin bir acı ya da büyük saldırıyla karşı karşıya gelmeden ne yaşama ne de düşünce biçimlerini değiştirebiliyorlar.
Bizim üniversite yıllarımızda, söz konusu şoku, daha derinden duyabilmek için, Mustafa Seçkin, "Elimde olsa, sizleri alıp Avrupa'nın değişik kentlerine götürür, yüksek öğreniminizi oralarda tamamlamanızı isterdim" derdi.
Olgunluğa giden yolda Tasavvufta olduğu gibi, ateşten geçercesine sınavlardan geçilir. Bizim insanımız Cumhuriyet döneminin yol açtığı büyük kültür şokunu başka kültürlerle hesaplaşmasını öğrenmeden içselleştiremez.
Kültür ya da medeniyet hesaplaşması, Sezai Karakoç'un "Köşe" isimli şiirinin iki dizesinde en yalın ve en açık biçimde dile getirilir.
"Leyla'yı götürüp Londra'nın ortasına bıraksan.
Bir bülbül gibi yaşamasını değiştirmez çocuktur."
Ben kendi payıma, üniversite için değil ama üniversite sonrası için yetmişli yılların başında Londra'ya gittim.
İyi ki gitmişim, Rene Guénon, Seyit Hüseyin Nasr, Martin Lings, Frithjof Shoun, Titus Burckhardt ve Ian Dallas gibi Batı'nın egemen paradigmasını eleştirmekle kalmayıp, İslam'ı Batı medeniyetine karşı güçlü bir alternatif olarak da sunmasını çok iyi bilen düşünürleri o dönemde tanıdım. Daha sonra onların kitaplarının Türkçe'ye kazandırılması yolunda gayret gösterdim.
Babasının üniversitesi diye, İ.T.Ü.'yü seçen kızım Selva, YÖK baskısı yüzünden, mimarlık eğitimini İstanbul'da değil de, Los Angeles'te SCI-Arc'ta tamamlayacak.
Ben Selva'yı, üniversite eğitimi için Londra'ya değil, Los Angeles'e götürdüm. O kültürlerin kıran kırana hesaplaştığı bir dünyada, Avrupa'yı değil, Amerika'yı seçti.
Avrupa'nın güneşi battı.
Amerika'da güneş Batı'dan doğuyor.
İslam'ın güneşi de Pasifik'ten doğacak.
Pasifik Los Angeles'te doğruluyor.”
(Yeni Şafak, 13 Eylül 1999)