Uludere karartılmayacaksa...

xxx78

İnsanlık hali' dediğimiz bir durum hepimizi etkisi altına alabiliyor: Bazen basiretimiz bağlanıyor ve hayır ile şer arasında mütereddit kalabiliyoruz. Hakkımızda daha hayırlı olacak tercihte bulunmak yerine en kötü tercihe gönlümüz kayabiliyor.

Uludere'de 34 kişinin hayatını bir askeri operasyonda kaybetmesi üzerine meydana gelen gelişmeler biraz böyle gibi. Kaçakçılıkla iştigal eden köylülerin 'terörist' sanılarak üzerlerine uçaklar ve bombalar yollanması, ister kasıt, ister ihmal veya değerlendirme hatası olsun, ancak 'basiret bağlanması' ile açıklanabilir.

Sonrasında yaşananlar da öyle: Yakınlarını operasyonda kaybeden ailelere tazminat ödenmesi doğru bir karar; ancak yeterli olduğu söylenebilir mi? Uygun bir dille özür dilenmesi ve bunun mümkünse Uludere'de yapılması gerekmez miydi? Ayrıca verilen kararın kasıtlı mı yoksa bir değerlendirme hatası mı olduğu herhalde bilmesi gerekenlerce biliniyordur; kamuoyunun da kuşkularını giderecek biçimde bilgilendirilmesi zor muydu?

Bunlar yapılmak yerine yanlış algılamayı artıracak polemikler ortalığı sardı. Muhalefet ile iktidar sözcüleri aylardır birbirlerini suçlayıcı açıklamalar yapıyor; yaraya tuz basmaktan ve acıyı artırmaktan başka bir şeye yaramıyor bu polemikler...

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ABD gezisi boyunca duyduğu derin acıyı paylaştı; "Özür dilemek ne ki, ben bundan ötesini söylüyorum" diyen de o... Başbakan Tayyip Erdoğan'ın operasyonla işlenen yanlışlığa, 34 vatandaşın hayatını kaybetmesine daha az üzüldüğünü düşünmemiz için bir sebep yok; tam tersine vicdanlı her insan gibi o da olandan derin bir hüzün duyuyordur.

Oysa yayılan hava bunun tam tersi... 'Devlet' denilince akla gelen kişi ve kurumların olana fazla aldırmadığı havası giderek ülkeyi teslim almaya başladı.

Çelişkili resmi açıklamalar da işin tuzu biberi... Bir bakan bazı askeri yetkilileri suçluyor, ertesi gün o askerlerin olayda yetkileri bulunmadığı duyuruluyor; bakanın üslubu Ak Parti'nin en yetkili sözcüsü tarafından 'duyarsız' bulunarak kınanıyor...

İnsanlar neye, kime inanacağını şaşırıyorsa, buna şaşmalı mı?

Hava böylesine bulanıklaşınca yalan mı gerçek mi olduğu bilinmez söylentilerin ortalığı kaplaması kaçınılmazlaşıyor. Siyasilerin askeri operasyonlarda herhangi bir müdahalesi ve sorumluluğu olmadığı anlaşıldığına göre, silsile-i meratip içerisinde askeri sorumluluk söz konusu; peki de top neden siyasilerin alanında sekip duruyor?

Basiret bağlanması da burada işte... Askerlik sorumluluk sanatıdır ve bir çivinin bir nalı, bir nalın bir atı, bir atın da savaşı kaybettirebileceğine inanılır. Her duruma hazırlıklı olması beklenir askerin; eksiği gediği olana acınmaz. 'Teftiş fırçası' diye bir şey varsa, bunun içindir.

Oysa beş ay boyunca sorumluluğun askeri hiyerarşi içerisinde bir yerlerde bulunduğu anlaşıldı da, kimde olduğu bir türlü belirlenemedi. 'Askerlik' denildiğinde akla gelen bütün kavramlara aykırı bir durum bu. Asker sustukça cumhurbaşkanı, başbakan konuşuyor ve oluşumunda katkıları bulunmayan bir kararın gündeme dayattığı sorumluluğu göğüslemek zorunda kalıyorlar... Düpedüz haksızlık bu.

Kararı kim verdiyse sorumluluğu da üstlenmeli.