Üçüncü Boğaz köprüsünü sadece trafiği hafifletme meselesi olarak görenler büyük bir yanılgı içindedir.
İstanbul'un korkunç bir trafik problemi vardır ve buna mutlaka bir çare bulunmalıdır. Bu konuda herkes hemfikirdir (aynı düşünce ve görüştedir.)Lakin 3'üncü köprü ne getirir, ne götürür bunu bütünüyle mütalaa etmek gerekir.
İstanbul'a yapılacak yeni köprü ulaşım sıkıntılarını halledecek midir?
Eski Belediye Başkanı Müfit Gürtuna, "Üç değil, on üç köprü yapılsa trafik sıkıntısı halledilmez" diyor. Yıllarca bu şehrin belediye hizmetlerini yapmış bir kimse niçin böyle konuşuyor?
Şimdiki iki köprü yapılmasa mı idi? Gerekiyorsa, gerektiğine göre yapılaydı da, köprü ile birlikte şu kötülüklere meydan ve fırsat verilmeseydi:
(1) İstanbul'un (varoşlarıyla birlikte) 20 milyonu aşan azman bir şehir olmasına karşı tedbirler alınsaydı.
(2) Makul ve zarurî ölçüler dışında arazi ve yapılaşma rantlarına fırsat verilmeseydi.
Yeni köprüler şehrin nüfusunu 40 milyona çıkartacaktır.
Bu rakamın bir kuruntu mahsulü olduğunu sanmayınız, bazı ilgili ağızlar yakın gelecekteki 40 milyonluk İstanbul'dan bahs etmişlerdir.
72 milyonluk Türkiye böylesine büyük bir şehri taşıyabilir, kaldırabilir mi?
İstanbul bu kadar nüfusu kaldırabilir mi?
82 milyonluk Almanya'nın Berlin'i sadece beş milyon da (3,5 milyon metropol, 1,5 milyon varoş), 72 milyonluk Türkiye'nin İstanbul'u niçin 20 milyondan fazla.
Üçüncü köprü ile birlikte Kocaeli yarımadasının kuzeybatı bölümü yapılaşmaya açılacaktır. Ormanların ve yeşilliklerin bir kısmında beldeler, mahalleler, siteler yükselecektir.
Bunların trafiğe getireceği yük ve yoğunluk yüzünden kısa bir müddet sonra yeni köprü de ihtiyaca cevap vermeyecektir.
Bu arada bir takım açıkgözler, paragözler, camgözler, ölü gözlüler yekun olarak yüz milyarlarca dolar rant kazanacaklardır.
Zaten nefessiz kalmış şehrin son ciğer parçaları yok edilecektir.
Bendeniz isim vererek kimseye "Sen ülkenin, şehrin, halkın, devletin aleyhine olarak gayr-i meşru rant edindin veya edineceksin" demiyorum. Namuslu, faziletli, şerefli, haysiyetli, Zemzemle yıkanmış gibi temiz, şeffaf, âdil, vatansever insanlara, idarecilere, sorumlulara, belediyecilere, politikacılara iftira eden rüzgâra karşı tükürmüş gibi olur.
Şunları diyorum:
İstanbul daha da büyüyecekse, üçüncü köprü ile trafik derdi halledilmez.
Köprü yapılacaksa, arazi, orman, yapılaşma rantlarına fırsat ve imkân verilmemelidir.
İstanbul'un içindeki ve çevresindeki yeşil alanlar zaten tahrip ve yok edilmiştir. Bari elde kalanlar korunsun.
Muhtemel üçüncü dünya savaşında ve beklenen büyük zelzelede dev şehrin akıbeti korkunç olur.
Tekrar ediyorum: İstanbul'un nüfusu artmayacaksa, arazi ve yapılaşma rantları fırlamayacaksa, köprünün getireceği faydaların on misli dert ve sıkıntı doğmayacaksa, 3'üncü köprü de yapılsın, ardından on köprü daha yapılsın.
Meseleleri bütün olarak ele almalıdır. Yeni köprü ulaşımı rahatlatacak, o halde yapılsın demekle iş bitmez.
Her çözümün birtakım maslahatı ve mefsedetleri vardır.Mefsedetleri maslahatından çok fazla ise yapılmamalıdır.
*(İkinci yazı)
YAZISIZ, YABANCILAŞMIŞ TOPLUM
Yazısı değiştirilen bir toplum bir müddet sonra hafızasını kaybeder. Sadece hafızasını değil, kimliğini, kültürünü, kişiliğini, dengesini de yitirir.
Yazı değiştirildikten sonra, eski yazıyı bilenler, notlarını onunla tutanlar, özel mektuplarını onunla yazanlar, bir müddet daha yaşarlar; "eski yazıyı" ve kültür devamlılığını da bir dereceye kadar yaşatırlar. Sonra onlar ölür ve büyük karanlık başlar.
Toplumumuz hafızasını büyük ölçüde yitirmiştir.
Hafıza yitirilince merak ve dikkat de kalmaz.
Merak kalmayınca medeniyet ve kültür seviyesi düşer, genel bir yabancılaşma başlar.
Yazısını yitiren bir toplum gerçek aydınlarını değil, aydınımsılarını yetiştirir. Ana dili sözde Türkçe'dir ama Fuzulî'yi okumaz, okusa da anlamaz; buna mukabil Brecht'i okur, Blondel'i okur, Ortega Y. Gasset'i, Hemingway'ı okur veya okuduğunu sanır.
Köklerinden kopmuştur.
Köklerine düşmanlık bile edebilir.
Bir İngiliz'in Shakespeare'e, bir Fransız'ınMoliére'e, bir Alman'ın Schiller'e, bir Norveçlinin İbsen'e düşman olması ne büyük saçmalıksa; bir Türkiyeli'nin Fuzulî'ye, Şeyh Galib'e, Ziya Paşa'ya yabancı olması o kadar büyük bir anormalliktir.
Bir kültür kendi yazısıyla ayakta durabilir.
Bir kültürün, bir toplumun yazısı ne kadar eskiyse temelleri o kadar sağlamdır.
Bir Japon düşünün, 1928'den önce basılmış Japonca kitapları, yazılmış Japonca belgeleri okuyamıyor. Nasıl bir Japondur o? Cahil, kopuk, yabancılaşmış bir Japon.
1928'den önce yazılmış İngilizce kitapları okuyamayan bir İngiliz, 1928'den önce basılmış Fransızca kitapları okuyamayan bir Fransız,
Aynı durumda bir Macar,
Bir İtalyan,
Bir Çinli...
Böyle bir saçmalık ve anormallik düşünülemez.
Bu saçmalık, bu kültürel cinnet Türkiye için geçerlidir.
Türk dünyası için geçerlidir.
Türkiye halkı cahil kalmıştır, cahil bırakılmıştır.
Devrimmiş... Hayır devrim değil, devirimdir.
Bin yıldan fazla kullandığımız eski yazı üzerindeki yasaklar ve tabular hâlâ sürdürülüyor.
Bu yasak ve tabular insan haklarına aykırıdır.
Akla ve mantığa aykırıdır.
Sağduyuya aykırıdır.
Bilgeliğe aykırıdır.
Millî menfaatlerimize aykırıdır.
Ne yapmak lazımdır?
Yapılacak ilk iş yazı, eğitim ve kültür üzerindeki yasak ve baskıların bütünüyle kaldırılmasıdır.
Okullara Osmanlıca dersleri konulmalıdır.
Bin yıllık yazımızla gazete, kitap, dergi çıkartmak serbest bırakılmalıdır.
Grek, İbranî ve Ermeni alfabesiyle Türkçe yayın yapmak serbest de niçin Osmanlıca yazıyla yapmak yasak? Bu soruya cevap verebilirler mi?
Sus, yobaz, gerici, hain, çağdışı demek cevap mıdır?
Ve siz Müslümanlar ve Müslüman geçinenler!.. Siz Ehl-i İslâm ve İslâmcılar!..Siz Müslümanları ve Müslümanlığı temsil edenler!.. Siz imkân sahipleri!.. Yukarıda yazdığım konuda niçin bir kültür ve eğitim seferberliği başlatmıyorsunuz? Böyle bir şey sizin temel vazifeleriniz içinde değil midir?
Bin yıllık yazımızla bir kitap yayınlansa, farz edelim mahkum edilse... Böyle bir suç, böyle bir mahkumiyet Strasburg'taki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden (AİHM) geri dönmez mi?
Hafızasız, meraksız, dikkatsiz bir toplum haklarını koruyamaz. Nasıl korusun ki, haklarının ne olduğunu bile bilmez.
Böyle bir toplumun yazılı, edebî, köklü bir kültürü ve lisanı yoktur. İki üç yüz kelimelik günlük konuşma diliyle iletişim kurar. O bir şifahî toplumdur.
İbsen der, Lagerlöf der, Günter Gras der, Unamuno der ama kendi ediplerini, kendi mütefekkirlerini (düşünürlerini), kendi sanatkârlarını bilmez, tanımaz, sevmez.
İstisnalar dışında bu ülkenin Müslümanı da yabancılaşmıştır.
Yazı giderken nice değeri de birlikte götürmüştür.