Genç kardeşlerimizden Mehmet Turan, "Kürt açılımıyla" ilgili uzunca bir yazı göndermiş. Kendisine, "yazının çok uzun olduğuna" dair bir e-mail attım. Gelen cevap, oldukça anlamlıydı: "Ağabey, ben uzun yazmadım, konu uzun!"
Evet, gerçekten de uzun bir konudan bahsediyoruz.
Cem Radyo'yu dinlerken, 'tarafsız aydın' diye takdim edilen bir şahıs, Kürt sorunuyla ilgili harfi harfine şunu söyledi: "Çiftlerden biri boşanmak istiyorsa, boşanabilmeli..." İnsan tarafsız olunca, demek böyle oluyor. "Taraf olmayan bertaraf olur" sözünü o an daha iyi anladım.
Demokratik Toplum Partisi'nin yanı sıra, "taraflar silah bıraksın" diye açıklama yapan sözde aydınları da anlamakta zorluk geçiyorum. Türk askerinin silah bırakmasını düşman bir devlet istese, bunu anlarım. Terör örgütü ile Türk ordusunu aynı hizaya getirip böyle bir istekte bulunmak, sadece barışa hizmet etmez.
Bazıları da, 1912'den, yani Balkan Savaşlarından itibaren, Türkler ile Kürtlerin ortak şirket kurduklarından ve şimdi, taraflardan birinin "kendi işyerini açmak istediğinden" falan bahsediyor. Bunun anlamı, Türkler ile Kürtlerin kader birliği değil, menfaat birlikteliği yaptığıdır ki, bu çok yanlış bir düşüncedir. Sanki devlet değil, holding kurmuşuz.
Doğrudur; Osmanlının en zor günlerinde, merkezin yanında yer almayan veya düşmanla işbirliği yapanların hepsi devlet sahibi olmuştur. Kürtler ise son ana kadar Türk kardeşlerini terk etmemiştir. Tersi de olabilir: Türkler, son ana kadar Kürt kardeşlerini emperyalistlerin insafına bırakmamıştır.
Bazı devlet yöneticilerimizin bunu bilmiyormuş gibi birtakım tatsız ve düşündürücü icraatlara imza atmaları, "Şu dağın başında çakılır çakmak / Güzelin halinden ne bilir ahmak" türküsünü hatırlatıyor. Kürtlerin üzerinde yanlış ve kasıtlı politikalar uygulayıp işi bu noktaya getirenlerin, milletimize ait insanlar olduklarını düşünmüyorum. Başbakan veya genelkurmay başkanı olsa bile...
Âşık Kerem'in deyimiyle, "vefalarını çıkmaz kalem ile yazmış olan" bir topluluğun birçok üyesi, nasıl oldu da, kısa bir süre de bu noktaya geldi veya getirildi? Bu sorunun cevabını hep birlikte vermemiz lazım.
Öte yandan, şimdilerde Müslüman Kürtleri kimlerin temsil ettiğine de iyi bakmamız gerekiyor.
Şu da var: Devlet yönetimini ele geçiren zihniyet, on yıllardır iki tehlikeden bahsediyor. Bu iki tehlike, konjonktüre göre, bazen yer de değiştiriyor. Birinci tehlike bölücülük, ikinci tehlike irtica... Veya bir irtica, iki bölücülük...
İrtica adı altında Sünni Türkler, bölücülük adı altında da Sünni Kürtler terbiye edilmek istenmiştir. Çünkü "Çağdaş Türkiye"de Sünnilik ciddi bir meseledir.
Bu öyle bir şey ki, mesela her iki kesim de başörtüsü mağduru olmuştur. Her iki kesim de çocuklarına dinlerini istedikleri gibi öğretememişlerdir. Dolayısıyla, haksızlığa uğrayanlar, sadece Kürt kardeşlerimiz değildir.
Şimdi yeni bir döneme girildiği söyleniyor. Yöneticilerimiz, kendi özgür iradeleriyle ve devletin bekası için, Kürt açılımı yaptıklarını iddia ediyorlar. O halde şunu sormak gerekir: İnsan hakları ve demokrasi vurgusu yapılarak yeni bir döneme girildiğini söyleyenler; lise ve üniversitelerdeki türban açılımını durdurmak için niye adım atmazlar? Dışarıdan talimat gelmediği için mi? (Açılım derken, kızlarımızın okumak için başlarını açmak zorunda olmalarını kastediyorum.)
Dikkat ettiğim şey şu: Milli mutabakat arayanlar, dini dışarıda bırakarak bu işi çözmeye çalışıyor. Oysa milli demek, dini demektir. Bu ülkede, dini dışarıda bırakarak bir iş yapmaya kalkarsanız, ortaya PKK gibi yapılar çıkar. Tabii "bu taraftaki" bazı oluşumları da terör örgütünün hizasına yazmak gerekiyor.
Bugünkü hükümet de aynı hataya düşmektedir. Mesela şehit cenazelerini ve ailelerini çoğu kez haber bültenlerinden görüyoruz. Şehit ailelerinin neredeyse hepsi mütedeyyin kesime mensup... Annelerin, gelinlerin ve kız kardeşlerin büyük çoğunluğu tesettürlü hanımlar...
İçişleri Bakanı Sayın Atalay, geçtiğimiz gün şehit aileleriyle görüştü. Dışarıda kalanlar ile içeriye girenlere dikkat ettiniz mi, bilmiyorum. Ben ettim. "Şehit ailesi" sıfatıyla Sayın Atalay'ın karışına oturan altı hanımdan sadece biri tesettürlüydü. Buna karşılık, dışarıda kalan hanımların neredeyse hepsi tesettürlü, erkeklerin önemli bir kısmı sakallı idi.
Aynı saatlerde, Demokratik Toplum Partisi, PKK'nın ilk eylemini yaptığı yerde, yani Eruh'ta, yıldönümü şeklinde bir "şenlik" düzenledi. Konuşmacılardan biri, Eruh baskınına katılıp askerlerimizi şehit eden teröristlerden seçilmişti. Bunun adına ne derseniz deyin. Muhafazakâr olduğunu söyleyen hükümetin veya bakanın tutumuna da...
Yanlış insanlarla doğru iş yapma imkânı yoktur. Kürt sorununu bitirmek isteyenlerin, insanlara "Selamün aleyküm" diyerek yaklaşması lazım...
Bildiğiniz gibi, selam kelimesinin bir diğer anlamı da güven vermek; iyilik ve esenlik dilemektir. Kurtuluş anlamına da gelir. Yine, Allah'ın isimlerinden biridir. "Hiçbir kötülükten etkilenmeyen" anlamı taşır.
Bunlar ise, hâlâ günaydın, tünaydın falan diyor. Hatta "good morning" diyenleri bile var. Bunları gördükçe, duydukça, aklımıza Ankara değil de, Amerika geliyor.
İşin özeti şudur: Cumhuriyetin ilanından sonra; birileri, mutluluklarını başkalarının mutsuzluğu üzerinde kurmak istemiş ve kurmuşlardır. Sorunları çözmek isteyenlerin, işe, mutlu azınlıktan başlaması gerekir. TÜSİAD veya Kartel Medyası'nın desteklediği bir çözüm, başka sorunları da beraberinde getirecektir.
Yapılması gereken bir diğer şey de, terörü ve terörle mücadeleyi rant kapısı olmaktan çıkarmaktır. Bunun kolay olacağını elbette söyleyemeyiz.