Fahr-i Kâinât Efendimiz, bize, "ölmeden önce ölünüz" derken ne demek istiyordu acaba? Öte yandan, cins Alman düşünürü, Schopenhauer, "eğer ölüm olgusu var olmamış olsaydı; ne felsefe, ne de şiir varolabilirdi", derken ne kadar haklıydı peki?
* * *
İki kışkırtıcı soruyla devam edelim ölüm ve düşünce ilişkisini anlama yolculuğumuza: İsa-Mesih, Hıristiyan Tanrısı mıdır; yoksa bir Grek Tanrısı mı? Peki, İsa-Mesih, "mavi gözlü", "sarı saçlı", "uzun boylu" bir kişi midir gerçekten?
BBC'de, İsa-Mesih figürünün metamorfoza uğratılarak, nasıl "mavi-gözlü", "sarı saçlı" ve "uzun boylu" bir Avrupalıya dönüştürüldüğünü anlatan ürpertici bir belgesel izlemiştim.
Gerçekten de, icad edilen, yaratılan bir İsa-Mesih figürüyle karşı karşıyayız... Tastamam Grek tragedyalarından çıkmış bir figürle. İnsanlığın kurtuluşu için, kendini feda eden bir Grek tanrısıyla veya tragedya kahramanıyla sanki.
Bu icad edilen, adeta Grek tragedyalarından fırlayan İsa-Mesih figürünün, münhasıran resim ve heykel sanatlarıyla kitlelerin bilincine kazındığını (ve bu durumun, bugün insanlığın yaşadığı metafizik felâketin kökenini oluşturduğunu) nedense gözardı ediyoruz çoklukla.
O yüzden, kilise çağları boyunca resmedilen İsa-Mesih figürüne, hem estetik, hem de felsefî açından yakından bakmakta yarar var.
Resim sanatında İsa-Mesih'in bize doğrudan bakan ve kendini Özneleştiren konumu, onun Tanrı olarak kabul edilmesinin ve konumlandırılmasının bir sonucu. Fakat bu estetik işlem üzerinde, izi sürülmesi gereken yakıcı bir felsefî sorun var karşımızda: İsa Mesih'in bize Tanrı olarak Özneleştirilerek sunulması, epistemolojik düzlemde gerçekleşen bir şey, ontolojik düzlemde vukû bulan bir vâkıa değil.
Peki, ne anlama geliyor bu?
Burada -belki de farkında olunmadan- Tanrı'yı katleden estetik bir işlemle karşı karşıyayız: İsa-Mesih tablolarını üreten resim sanatının devreye girmesiyle birlikte, teoloji'nin teleolojik / amaç yüklü ve ontolojik tanrısının yerini, epistemolojinin araçsallaştırılan tanrısına terk edişine tanık oluyoruz.
Tanrı olarak İsa-Mesih figürü, epistemolojik bir nesneye indirgendiği andan itibaren, ilâhî özelliklerinden sıyrılıyor, beşerî özelliklerle donatılmış oluyor: "Tanrı", bizimle aynı düzleme ge/tiri/lmiş, bizden, "kullarından herhangi biri" gibi olmuş oluyor.
Böylelikle, resim sanatı, İsa-Mesih'i kolonize ediyor, epistemolojik (estetik, metamorfoza uğratılan, teolojik) bir "tüketim nesnesi" hâline getiriyor; neticede, ilâhî olan'la beşerî olan arasındaki mesafeleri ortadan kaldırıyor...
İşte "pornografi" tam da burada başlıyor: İnsan'la Tanrı arasında hiçbir fark kalmıyor. Tanrı, bize benzeyen, bizden biri olan bu dondurulmuş Grek Tanrısı imago'su resmiyle (sadece ayartarak korkutan ve korkulan, baştan çıkararak seven ve sevilen pornografik bir Tanrı-kul ilişkisinin üretildiği, modernlerin haklı olarak inanmakta zorluk çekecekleri, modernist düşünürlerin, sanatçıların başkaldırmaktan büyük haz duyacakları ve insanlığı zorunlu olarak nihilizmin eşiğine sürükleyecekleri) ilâhî özelliklerinden arındırılmış, uzaklaştırılmış inanılması zor bir varlığa, bir tür deccal'e dönüştürülüyor.
O yüzden, Nietzsche'den Karl Krauss'a, Picasso'dan Dali'ye, Breton'dan Artaud'ya, Beckett'ten Ionesco'ya ve bilumum postmodern sanatçı ve düşünürlere kadar yalnızca dystopia'ların, yani imkânsız ütopyaların ya da büsbütün anarşik, nihilist, absürd, Kafkaesk pathos'ların üretildiği metafizik bir felâketin gelişini haber veren bir düşünürler ve sanatçılar kuşağı silsilesinin şok edici başkaldırılarına tanık oluyoruz kaçınılmaz olarak.
Batı'daki resim sanatının seyrüseferini, gerek dayandığı estetik ilkeler ve felsefî temeller'le, gerekse ürettiği kemikleşmiş, köklü bilinç'le yol açtığı, uç verdiği, kışkırttığı, beslediği, dahası akladığı, meşrûlaştırdığı entellektüel, kültürel, siyasî ve sosyal sonuçları bakımından bir bütün olarak okuduğumuz zaman, İslâm'da, (perspektife dayalı, antroposantrik, insan bedenine, beşerî ve fizîkî olan'a ve alan'a hapsolan bir) resim sanatının neden gelişmediğini ve niçin gelişemeyeceğini daha iyi görebileceğimizi de zannediyorum.
Greklerde insan Tanrılaştırılmıştı; Kilise Hıristiyanlığıyla değişen bir şey olmadı; bu kez, Tanrı insanlaştırıldı. İnsanın Tanrılaştırılması da, Tanrı'nın insanlaştırılması da, Tanrı'nın öldürülmesi demekti; bu da, ölümün öldürülmesi elbette ki.