Rusya’nın Kırım’ı ilhakından çok önceydi St Petersburg’a gitmem. Nisan ayının ortalarıydı, Türkiye’ye bahar gelmişti ama Moskova’ya uçağımız hava şartları nedeniyle inemiyordu. St Petersburg uçağımı kaçırmama sebep olmuştu kar, tipi hava şartları ve pasaport vize kontrolleri. Genelde valizlerinizi gideceğiniz en son istikamette alırsınız ama Rusların sistemi farklıydı. Moskova’da Şeremet Havaalanında indik. Pasaport kontrollerinden geçtikten sonra valizimi alıp tekrar pasaport kontrolüne girip St Petersburg’a yola çıktım. Komünizm yıkılmıştı ama insanların kafasında yıkılmıyordu. Özellikle üzerine üniforma geçirmişse biri, kendini ordunun generali zannetmesi kaçınılmazdı.
Uzun ve zorluklu bir yolculuk sonrası inmiştim St Petersburg havaalanına. Karşılamaya gelenlerin hepsinin elinde birer çiçek. Kadınların erkeklere uzattığı papatyalar, torununu karşılamaya gelen büyükannenin elinde karışık çiçek buketi. Benim anlaştığım acenta bir ihtiyarca amca göndermişti. Ağzında sigara, elinde bakkaldan aldığı bisküvi kolisinin kapağına çarpık çurpuk acenta adının altında iğreti şeklinde MS MAKSU yazılı bir kağıt parçası. Yoktu bana bir çiçek, kaktüs dahi. Beni kalacağım adrese getirirken yol boyunca yanından, önünden geçtiğimiz kiliseleri gördükçe haç çıkartıp durması ilgimi çekmişti. Evlerin yapısı başka bir konu elbette. Ev sahibi yaşlı karı koca. Ev sahibim amca ömürlerinin heba olduğunu, yanlış coğrafyada yanlış zamanda doğduğunu söylüyordu. Sürekli tarihi belgeseller izliyordu. İhtiyar teyze ise sessizdi, bana gezebileceğim yerleri sıralıyordu. Tatarların camiisi var ama biz hiç gitmedik dedi. Siz de kilise gördükçe, kilise yanından geçtikçe haç çıkartıyor musunuz dedim. Evet dediler, Sovyet zamanı yasaktı ya sonradan biraz rahatladık dedi. Kiliseler hayvan ağıllarına veya ambarlara dönüşmüştü. Tatar Camiisi de Özbekistan usulü mavi çinili muazzam bir camiiydi. Bakım gerekiyordu elbette, içerisi içler acısıydı. Sovyetler zamanı ne olarak kullanıldı dedim, patates deposu olarak kullanılmış, bir ara ilaç deposu olarak ta kullanılmış. İmam ve müezzin namaz bittikten sonra kapıda durarak gelen cemaatle tokalaştı, hal hatır sordu. St Petersburg bataklık bir toprak parçası iken Çar Deli Petro, Avrupayı ziyaretinden sonra kanallarla bir birine bağlı modern bir şehir kurmaya karar verdi. Binlerce kişi, özellikle mahkumlar, suçlular en kötü şartlarda çalıştırılarak inşaa edilen bu şehirin yapımında, canından olduğu için kemikler üzerine kurulu bir şehir de denir. Rusya’nın belki en medeni, en kültürel şehiridir. Bir çok müzesi var elbette ama ben Anna Akhmatova’nin evinden bahsetmek istiyorum.
Stalin iktidara geldigi zaman zenginlerin ellerinden topraklarını, evlerini, mallarını almıştı, eşit bölüştürme adına. Anna Akhmatova’nın da kocası Nikolay ve tek çocuğu, oğlu Lev’i Sibirya’nın çalışma kamplarına götürülüyor. Anna Akhmatov’un evi, malı, mülkü de elinden alınıyor ve bir başka ailenin evine, bir odasına yerleştiriliyor. Apartmanın önünde ufak bir büstü var Anna Akhmetova’nın. Küçük bir apartman olduğu için mi bilemeyeceğim, benim ziyaret ettigim yıl apartman olduğu gibi müzeydi. Ikinci kattaydı Anna’nın kaldığı ev. Giriş uzun bir koridordan ibaretti. Mutfağa yöneliyorsunuz, dar ve uzun. Çamaşırlarını dahi burada yıkadıkları bir yer. Anna’nin odası hem oturma odası hem de çalışma odası işlevini görüyor olsa gerek. Bir diğer oda ise evin gerçek sahipleri bir diğer yazar ile eşinin odasıydı. Ev ve eşyalar oldukça sade, oldukça kibardı. Sanki kapıları kapattıklarında Stalin’in hoyratlığı, insanların yaşadıkları zulümler de kapı dışında kalıyordu. Anne Akhmetova ise işte bu şartlarda sabırla, sebatla şiirler yazmaya devam ediyordu. O sıralar, Rusya’dan Avrupa’ya kaçabilen kaçıyor ve hatta Anna Akhmetova’ya da teklif ediyor arkadaşları, sevenleri.
O da şu şiiriyle cevap veriyor (Şiir Türkçeye tercüme edildi mi bilmiyorum, benim tercümem şöyle)
Bir ses çağırdı beni usulca
Dedi ki “Gel buraya,
Bırak sağır ve günahkar topraklarını,
Bırak Rusya’yı sonsuza dek
Ben senin ellerindeki kanı yıkayacağım
Kalbindeki siyah günahı sökeceğim”
Sessizce ve sakince ellerimle kulaklarımı kapattım
Ki benim yaralı ruhum
Bu utanç verici sözlerle kirlenmesin
Gerçek sanatçı kolay yetişmiyor, ve yetişen sanatçı da toprağından kopamıyor.
Toprağından kopamayan diğer büyük sanatçı ise Cengiz Dağcı. Kırım Tatar Türkü büyük yazar, ‘bizim olmayan savaşta bulduk kendimizi’ tabiriyle İkinci Dünya Savaşında Nazi Almanyası ile Rusya arasında kaldıklarını daha nasıl güzel ifade edebilirdi. Üniversite ikinci sınıf öğrencisi iken, Sovyetler tarafından askere alınıp bir ay sonrada cepheye gönderilmesinin üzerine Almanlara esir düşmesini, esir kamplarından sağ çıkarak yaşadıklarını ölümsüz romanlarına aktarmasına sebep olmuş lanet bir savaştı bahsettiği bizim olmayan savaş. 21 yaşında zorla çıktığı topraklara özlemi hiç bir zaman bitmeden sürekli yazdı yazdı.
Anneme Mektuplar kitabının ilk sayfası nasıl bir vatandan ayrılık acısı çektiğini anlatmaya yetiyor bile;
“Anneciğim;
Hala anneciğim diyorum sana. Oysa ihtiyar bir adamım ben. Saçlarım ağardı çoktan. Değnekle yürüyorum sokaklarda. Görme yeteneğim de zayıf….Gözlükçüye gidip şikayet ettim geçenlerde; gözlüğünüzde kusur falan yok; görme yeteneğiniz değişiyor sadece, diyor gözlükçü. Görme yeteneğim mi değişiyor, çevremde gördüklerim mi değişiyorlar, bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa, gözlerimde değişmeyen bir sen kaldın, Anne. Seni kırkbeş yıl öncesi gördüğüm gibi görüyorum hala. Kırk beş yıl! Herşey değişti bu kırkbeş yıl içinde. Yollar, sokaklar, binalar; gökyüzü bile başka bir gökyüzü gibi geliyor bana. İnsanlar da öyle. Öyle ki, gözlerim bir gökyüzü arıyor, mavisi bizim göğümüz gibi; gözlerim bir yeşillik arıyor, bizim bağların yeşili gibi; bir gülümseme, bir ışıltı arıyor, bizim kızlarımızın ışıltılı gözleri içindeki gülümsemeler gibi…”
Nasıl bir işkencedir bu bilir misiniz? Doğduğunuz, büyümeye başladığınız topraklardan zorla sökülerek götürülmeniz ve çok yıllar sonra annenizin, kardeşlerinizin Stalin tarafından topyekün sürgüne gönderilirken öldüğünü öğrenmeniz ve nasıl bir işkencedir ki 9 yaşında ki en küçük kız kardeşinizi 70 yıl sonra videoya çekilmiş kısa bir şeritte ihtiyar bir kadın olarak görmeniz.
1945 yılından ölümü 22 Eylül 2011’e kadar Londra’da yaşamak zorunda kalan ince ruhlu, kuvvetli karakterli bir sanatçıydı Cengiz Dağcı. İçtiği su, soluduğu hava vatan, Kırım’dı onun için. Her ziyaretimde ellerimi avuçlarının içine sıkı sıkı alır “Kırım’sız bir günüm, bir dakikam geçmez” derdi iç çekerek. Toprak çekiyor, toprak can veriyor, toprak yazma kudreti veriyordu. Vefatında ancak vatanı Kırım’a dönebildi, çocukluğunda koşup oynadığı yamaca, toprağa kavuştu.
Cengiz Dağcı’nın, vatan bilincinde olan insanlar için çok önemli bir yeri vardır. Dokuz yıl evvelsi bugün vefat eden Cengiz Dağcı’nın toprakları gene Rus’un işgali altında. Yine Rus’un kıyma makinasından geçiriliyor gençlerimiz. Ama toprak çekiyor, vazgeçmiyor vatanperver Kırım Tatar Türkleri vatanından.
İslam alemi için toprağından kopamayan millet sadece Filistinliler olarak bilinir, onlar yüceltilir. Filistin, İslam Dünyasının kanayan yarası, İslam Dünyasının çöz(e)mediği yüz karası bir lekesi. Bir çok insan için süpriz olacak belki ama çoğu Türk milleti de İslam dinine mensup, Müslüman yani. Fakat Filistin için İsrail devleti kurulduğundan beri ağıtlar yakmaktan başka hiç bir şey yap(a)mayan İslam Dünyası, Kırım Tatar Türklerinin topraklarının işgal altında olduğunu bilmek dahi istemez. Belki bilmemeleri daha hayırlıdır.
Zulümlere, baskılara, Kırım’ı terk ettirtme çabalarına rağmen kültürünü, dilini, dinini koruyan toprağından vazgeçmeyen bir halk var Karadenizin kuzeyinde.
Anna Ahmetova’nın dediği gibi
“Başkalarının çizmesinde çamur,
Benim için vatan toprağı”
kutsaldır her daim.