-"Elma olgunlaşınca düşer.
Peki ama niçin?
Bir güç onu toprağa doğru çektiği için mi? Sapı kuruduğu için mi? Güneşte kurumaya başladığı için mi? Ağırlaştığı için mi? Rüzgar estiği için mi? Yoksa aşağıda duran bir çocuk o elmayı yemek istediği için mi?"
Tolstoy sorar bütün bu soruları. Savaş ve Barış'ta. Israrla.
Oysa soruların hepsi anlamsızdır. Anlamsız, yani saçma.
Sanatçı duyarlılığı mı acaba? Eh, birazcık.
Ne yazık ki sanatçılar sezginin kendilerine sunduklarıyla yetinmedikleri takdirde kendilerini böylesi durumlara düşürürler. Zevkedeceklerine fikrettiklerinde. Haddi aştıklarında. Anlamakla, anlatmakla yetinmeyip bir de açıklamaya kalkıştıklarında.
Sanatçının yapacağı anladığını anlatmaktan ibarettir, açıklamak değil. Anlamak ve açıklamak düşünürün görevi. Anlamak ve anlatmak ise sanatçının.
Açıklamayla kendini yoran sanatçılara şöyle bir bakın, tasvir ederken ne kadar heybetli, tahlil ederken ne kadar zavallı görünürler.
Kimseyi incitmek niyetinde değilim ama iddiamı görselleştirmek amacıyla farklı alanlardan birer örnek vermek isterim:
Bedri Baykam, Metin Akpınar, Berhan Şimşek, Zülfü Livaneli, Fazıl Say...
Niçin sanatçılar anlatmakla, ifade etmekle yetinmezler de açıklama işine soyunurlar?
Elbette, anlatamadıklarında. Sanatlarının hakkını veremez hâle geldiklerinde.
Hiç istisnası yoktur.
Şiir söylemeyi beceremediğinde nutuk atar şairler. Hicvetmek kolaylarına gelir.
* * *
Doktora yapan Kemal Sunal.
Gülmecenin özü.
"Anlatabiliyorsam, yani sesimle, sözümle, mimiklerimle, fırçamla ifade edebiliyorsam, yapıp ettiğimi açıklayabilirim de!" diye düşünürler. Oysa bilmezler ki başka yollarla ifade edemeyecekleri için kendilerine sezgi denilen o büyük nimet bahşedilmiştir. İyi göremedikleri için iyi duymaktadırlar, iyi yürüyemedikleri, iyi koşamadıkları için iyi uçmaktadırlar. Ya da tersi.
Bazılarının kokusu nefis, bazılarının görünüşü muhteşem, bazılarının tadı, bazılarınınsa sesi...
"Hepsinden de olsun!" diyenler, ellerindekini kaybedenlerdir.
Duygu ve düşüncelerini teorik olarak temellendirmesini Nazım Hikmet'ten istemek büyük haksızlık değil midir?
Necip Fazıl denemişti nitekim. Peki sonuç?
Kısa vâdede değil ama, uzun vâdede.
* * *
Osmanlıca ne güzel ayrıştırır oysa, düşünmek ile düşünüyormuş gibi yapmanın arasını.
İlki felsefe, diğeri tefelsüf.
Biri hikmet, diğeri hikemiyat.
Zavallı halk, çokluk, "mış gibi yapma"yı sahih düşünmenin kendisine tercih eder. Parlak olanı seçer öncelikle. Yüzeysel olanı.
Tefelsüf felsefeden, hikemiyat hikmet'ten daha sevimli görünür gözüne.
Uzun vâdede değil ama, kısa vâdede.
Dikkat ediniz lütfen, farkedemez demiyorum, farkeder ve fakat tefrik edemez.
Aradaki fark, fark-ı azîmdir.
* * *
Elma düşer.
Niçin?
Cevabı cümlenin kendisinde saklı.
Olgunlaşınca.
Gayet tabiidir ki elma olgunlaşınca düşer.
Yani kemâline erince.
Başladığı noktaya geri dönünce.
Zevâl kaçınılmazdır. İbn Sina'nın tabiriyle âfet.
Olgunlaşmanın bir diğer anlamı da çürümedir bu yüzden.
Kemâle varılmışsa zevâl kaçınılmazdır.
* * *
Tolstoy'un Yasnaya Polyana'daki yazlık evinin çevresi elma ağaçlarıyla doluydu. Henüz olgunlaşma evresindeki elmalarla...
Toplamaktan kendimi alamamıştım. Dönerken bir iki tane de İstanbul'a getirdim, ve ziyarete gelen iki talebeme ikram ettim. "Tolstoy'un elmaları!" dedim, "afiyetle yeyin!"
Zavallı Tolstoy, aklıyla sezgileri arasındaki gelgitlerin trajedisini yaşadı.
Anlattıklarının yanısıra hangi açıklaması bugün umurumuzda?
Düşünmeye başladıkça yüzeyselleşir ifadeleri. Dili bile buyurgan bir hâl alır, Sonya'ya inat.
Malum ego patlaması.
Zevâle razı olmamak.
Yönetmenlik yapmaya kalkışan oyuncular, kaset çıkaran mankenler, roman yazmaya çalışan gazeteciler, siyasete atılan ilâhiyatçılar, sunuculuk yapmaya karar veren işadamları, oyunculuğu deneyen yazarlar, vb. ancak kendi alanlarında olgunlaştıklarına inandıklarında, zirveye çıktıklarını düşündüklerinde, ya da aksi hâlde, yeni alanlarda boy göstermeyi marifet bilirler: Tiyatroda yapacağımı yaptım biraz da şarkı söyleyeyim. Müzikte geleceğim yere geldim, biraz da vatanı kurtarayım. Yeter bunca kurduğum fabrika, biraz da film çekeyim. Darbeyse darbe, en a'lasını yaptım, şimdi biraz da resim yapayım.
* * *
Burada "zevâl korkusu"nu iki anlamda kullanıyorum.
Birincisi, kişinin kendi alanında yetkinliğe ulaşamaması anlamında, ikincisi, ulaşması anlamında.
İddialı olduğu alanda kemâle varamayacağını anlayanlar, bir oradan, bir buradan deyû eksikliklerini kapatmaya çalışırlar. Veyahut, iddialı oldukları alanda iddialarının sonuna geldiklerinde...
Her iki hâlde de elma düşer. Kaçınılmaz olarak. Çünkü biri olgunlaşamadan çürümüştür, diğeri olgunlaşınca...
Hiçbir müdahale çürümeyi sonsuza değin saklayamaz.
* * *
Seçtiğin yerde dur ey talib, hiç değilse, seçildiğin yerde.
Zevâlden korkma, yaşlanmayı bil, güzelce yaşlan, severek...
Sonbahar da güzeldir. Hele eylül.
Hazan ve hüzün ayı.
Yaprak gibi ol.
Seni alıp kavramasına izin ver rüzgârın.
İnsan ayrıldıkça olgunlaşır çünkü.
VE olgunlaşınca düşer.
Yaşamdan.
Böylece ölümün zevkine varır.
Zevâlin.
* * *
Ne güzel değil mi, bugün 12 Eylül!