ABD’nin ünlü düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nün Sabancı Üniversitesi ile ortaklaşa düzenlediği bir seminerde konuşan ünlü İngiliz bürokrat/diplomatı Chris Patten, “Wolfowitz’in askeri suçlaması hataydı” demiş (Milliyet, 6 Mayıs).
Patten, Wolfowitz’i kastederek “O dönem Türkiye’yi AB sürecinde en fazla destekleyen isimlerden biri Ankara’ya uçtu ve generalleri tezkerenin reddinde Meclis kararını çiğnemedikleri için azarladı. Oysa, ordunun parlamentonun üzerinde olmamasının Kopenhag Kriterleri olduğunu çok iyi biliyordu” diyor.
Patten, Türkiye’de tezkere konusunda yaşanan tartışmaları bilmiyordur, bizim hatırlamamızda fayda var. O dönem, Kopenhag Kriterleri’ni dikkate almayan sadece ABD dış politikası ve Wolfowitz değil, çoğunluğu Türkiye’nin AB üyeliği yanlısı bir koro idi. Liberal-demokratların birçoğu Meclis kararı, demokratik irade falan dinlemeyip, kıyameti kopardılar. Bunların arasında istisnalardan biri Gülay Göktürk’tür. Göktürk, o zamanlar yazdığı Dünden Bugüne Tercüman gazetesinde, tutarlı demokratik tavrını çok net biçimde ortaya koymuştu (8 Mayıs 2003).
Buna karşın, bugün Ergenokon deyip başka bir şey demeyen, töre cinayetinin ardında bile darbecilik arayan birçoklarının demokrasi falan düşündüğü yoktu. Önce, Wolfowitz Ankara’ya uçmadan, Mehmet Ali Birand, Washington’dan bildirdi, Posta Gazetesi ‘Coni Affetmiyor’ manşeti ile çıktı, ‘Türk ordusu lendisinden beklenen liderliği gösteremedi’ ifadesi, alt başlıkta yer aldı (7 Mayıs 2003). Sonra kıyamet koptu, demokrasiyi düşünen yoktu. Büyük Türk demokratlarının birçoğu, ‘ABD bizi defterden sildi, öldük, bittik’ diye ortalığı velveleye verdiler. Sadece Yeni Şafak gazetesi, ‘Küstah Kovboy’ manşeti ile çıktı (8 Mayıs 2003).
Daha sonra, Birand, ABD dönüşü Neşe Düzel’e röportaj verip, olaya netlik kazandırdı; ABD en çok orduya, sonra CHP’ye kızgındı, AKP’ye de, daha kararlı davranmadığı için kızıyordu. Oysa birileri Birand’a, ‘Tezkere geçseydi, AKP 15 yıl daha Türkiye’nin başında olurdu’ demişti (Radikal, 19 Mayıs 2003). Bu açıklama karşısında, demokrat gazeteci Düzel’in aklına ‘Nasıl yani, Türkiye’de kimin iktidar olacağına ABD mi karar veriyor?’ demek gelmemişti.
Sadece onun değil, büyük Türk demokratlarının birçoğu, başlıbaşına skandal olan bu ifadelere hiç mi hiç takılmadılar. Birçokları köşelerinde ‘Wolfowitz’i öyle okuyalım, yok böyle okuyalım’ yorumlarına döşendi. Meclis kararı bir yana, kamuoyunun ağırlıklı olarak savaşa karşı tavrını, ‘Türk Baascı-İslamcı beraberliği’ diye tanımlayan çıktı.
Yine tuhaftır, tezkerenin Meclis’ten geçmesini arzu ettiği bilinen Tayyip Erdoğan, Meclis kararını, delikanlı bir uslupla savundu, buna karşın tezkereye karşı olduğu bilinen, o zamanki Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ‘Olan oldu, geçmişe değil, geleceğe bakalım’ gibi, son derece ihtiyatlı bir açıklama yaptı. Sonra, Batı kamuoyunda, Türkiye’nin bu kararını demokrasinin zaferi olarak çok prim yaptı. Ancak, o dönem, bu karar büyük ölçüde AKP’nin İslamcılığına yorulmuştu. Tezkere’nin reddinin ertesinde, sol liberal The Guardian gazetesi bile, Erdoğan’ın namaza durmuş bir fotoğrafına büyük yer verdi (10 Mart 2003).
Her zaman geçmişi bırakıp, geleceğe bakamayız, zira birçok durumda geçmişe bakmadan önümüzü göremeyiz. Tezkere krizi etrafında olan biteni hatırlatmamın nedeni, birilerinin ne denli tutarsız, omurgasız olduğu değil. Daha önemlisi, yakın tarihimizde yaşanan bu krizin, siyasal hayatımızın seyrini büyük ölçüde etkilemiş olabileceği. Daha açık konuşayım, büyük bir demokratikleşme hamlesi sayılan, meşhur Ergenekon davasının bir ucunun TSK ile ABD’nin arasının açılması olayıyla nasıl bir ilgisinin olabileceğini düşünelim diyorum.
Ve hemen kendimi, ‘yargının bağımsızlığına gölge düşürmek’ ithamından kurtarayım; ben bazı liberal demokrat aydınlar ile bu konuda aynı fikirdeyim. ‘Bu dava AKP’nin muhalefetten öç alma davası değil, ardında küresel dinamik var’ diyorlar ya, ben de onlara aynen katılıyorum. Somut bir müdahaleden değil, son derece soyut, ‘evrensel, tarihsel, küresel bir dinamik’ten söz ediyorum. Tüm söylediğim bundan ibaret.
Kaynak: Radikal Gazetesi