Alışmışız "Devlet Adamı" diye nitelediğimiz kişilerin oturaklı olmalarına.
Ağır ağır konuşan, kelimelerinin arasında reklam alınabilecek boşluklar bırakan, evinden kalkıp bakanlığa gitmesi bile "Beyefendi çıkış yaptı" diye polis telsizlerinde anons edilen kişidir alıştığımız türdeki devlet adamı.
Hele bu devlet adamı Cumhurbaşkanı veya Başbakan olursa, daha da ağırlaşır.
Anıtkabir Defteri'nde Ata'ya durum raporu verirken, yakın gözlüğünü takar elindeki kağıda bakarak yazar raporunu.
Öyle zırt pırt seyahate çıkmaz.
Onun niçin "halkla diyalog" demek, onun resmi bayramlarda mesaj yayınlamasıdır.
Bu açıdan bakıldığında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de Başbakan Tayyip Erdoğan'ın da devlet adamı rütbesine yükselme ihtimalleri pek yoktur.
Birincisi Türkiye'de "Kim Devlet Adamı Olabilir" jürilerinin üyelerine göre bu iki isim de "Tesettür Gettoları"nın sakinleridir.
Bunlar ne şarap markalarını bilmekte, ne Cumhuriyet Baloları'nda eşleriyle tango yapmakta, ne de devlet adamı olacak kişileri belirleyen jürinin üyeleri ile içli dışlı olmaktadırlar.
İkincisi de bu iki isim, "misyon" takıntılıdırlar.
Seçilip geldikleri makamların "hizmet yeri" olduğuna inanmışlardır ve bu nedenle de nefes almadan çalışmayı, ibadetlerinin bir parçası gibi görmektedirler.
Yerlerinde duramıyorlar
Seçkinlerin gazeteleri "Başbakan nerede tatil yapıyor" diye manşetler atarken, Başbakan önce şehit cenazelerinde, arkasından Moskova'da ve derken Tiflis'te görülmekte, kısa süre sonra da İstanbul'da toplantılara katılıp, oradan Ankara'ya geçmektedir.
Bu kadronun Cumhurbaşkanı da, Dışişleri Bakanı da pek yerlerinde oturan cinsten kişiler değildir.
Örneğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, selefi olan ve "Devlet Adamı" rütbesini anasının ak sütü gibi hak etmiş bulunan Ahmet Necdet Sezer'in tüm görev süresinde yaptığı iç ve dış seyahatlerden daha fazlasını, Çankaya'daki ilk ayında yapmıştır.
İşin daha da garip olan yanı, bunların çalışma temposunu hiçbir olay yavaşlatamamaktadır.
Örneğin bunların partilerini kapatma ve bunları siyasi yasaklı ilan etme istemli dava Anayasa Mahkemesi'nde sürerken de, bunlar tempolarını yavaşlatmamışlardır.
Tabii bir de yadırganması gereken davranışlarını hesaba almak gerekiyor.
Dışarıda eşitler
Türkiye'nin seçkinleri adına yargıları seslendiren, aile holdinglerinin yaşayan büyüklerinin ağızlarından her çıkanı vecize gibi gazetelerine manşet yapanlar, "Tesettür Gettoları"nın sakinleri olan Gül'ü, Erdoğan'ı ve bu takımı kendileri ile pek eşit insan yerine koymazken, bunlar Bush'la, Sarkozy'le, Putin'le falan eşit ilişkilere girmektedirler.
Dış ülkelerin liderleri ve medyası, arkalarındaki oy desteğine bakarak, bunları Türkiye'nin "seçilmiş yöneticileri" şeklinde görmektedirler.
Oysa kendi ülkelerindeki "seçkinler"e göre bunlar karınlarını kaşıyanların oylarıyla iktidar olmuş ve devlet adamı rütbesini asla elde edemeyecek, icraatları ve hizmetleri görmezden gelinmesi gereken insanlardır.
Tabii bu seçkinlerden bazılarının isimleri Ergenekon İddianamesi'nde fazlaca geçtiği için, bunlara dönük öfkeler de iyice artmaktadır.
Bin yıl sürmesi beklenilen 28 Şubat'ın mumunun yatsıdan önce sönmesi ise, öfkeleri iyice tırmandırmaktadır.
Burada bütün açmaz, bunları gettolarına döndürebilecek alternatif partinin bir türlü çıkamamasından kaynaklanıyor