Hesapsız sorgusuz, yargısız “YAŞ Kararları”yla ilgili yazdığımız yazı sonrasında mektuplar, mailler gelmeye devam ediyor. 1.600’den fazla insanın mağdur edildiği bu kararlarla ilgili ülkemizin ne derin, ne büyük bir yarası, vebali varmış; bunları okudukça daha iyi anlıyoruz. Medyada kısa haberler geçiyordu, “Bu yıl YAŞ kararıyla şu kadar kişi atıldı” diye… Ama orada mesleğinden atılan insanların duygularını bilemiyor, uzaktan tahmin etmeye çalışıyor ve öylece geçiyorduk.
Tarihte hiçbir şey silinip gitmiyor. Çoğunun karşılığı ahirete kalsa da bu dünyada da –aradan yıllar geçse de- yansımaları görülüyor. Kelebek etkisi şeklinde bir yerlerde tesiri görülüyor. “Üzerini kapattık, unutulur gider” denilenler, bir gün karşısına dikiliveriyor insanlığın.
Bize gelen nice mektuptan birisi de; 1998 yılında atılan, 1987 Yılı mezunu Muhabere Astsubay Arif Bayram’a ait. Uzun ve hisli bir mektup idi, belli oranda kısaltmaya çalışsak da, o kadar ibretlik şeylerden bahsediyordu ki, ancak bir yere kadar özetleyebildik yazısını. O yüzden de mektubunu sizlere 2 bölüm halinde vermeyi tercih ettik.
Gözleri YAŞ’artılan niceler arasında bir mağdur olarak yaşadıklarını bir bir anlatıyordu Sayın Bayram ve “Teröristbaşı’na tanınan ‘Yargılama Hakkı’ neden bizlere tanınmıyor?” diye soruyordu mektubunda… Daha rahat okunur kılmak için –Arif Bey’in hoşgörüsüne sığınarak- mektuba ara başlıklar ekledik.
Söz şimdi onda:
BİR AYETLE DEĞİŞEN HAYAT
“Annemin teşvikiyle gittiğim cuma namazı ve gülmek kıkırdamak için gittiğim teravih namazından ve tuttuğum orucun dışında dini bir gayret ve düşünceden yoksun olarak askeri lise 2.nci sınıfına kadar geldim.
Okumayı sevdiğimden okulun kütüphanesi uğrak yerimdi.
Bir gün dini kitaplar bölümünden Kuranı Kerim mealini alarak karıştırmaya başladım.
Biraz sonra okuduğum ayet beni titretmişti: “İnsanları ve cinleri -beni tanıyıp- ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat Suresi 55-56.ncı ayet.)
Bana kimse ne için yaratıldığımı söylememişti, ben de hiç düşünmemiştim.
Hayatımın dönüm anı, o andı.
Namaza başladım. Okulun mescidi benim en kıymetli yerimdi artık.
Ben İslam’ı askeriyede öğrendim ve yaşamaya başladım. Rabbimi tanıdım, kul olmanın ne kadar kıymetli olduğunu askeriyede anladım.
Bu nedenle askerlik mesleğini çok sevdim, hidayetime vesile bildim. Çoğunluk mesleğine söverken ben övdüm, YAŞ kararıyla atılmış olmama rağmen bu düşüncelerim hiç değişmedi.
1983-1986 yıllarında Çankırı Astsubay Hazırlama Okulu’nda, benim dönemimde namaz kılan toplam 40-50 civarında öğrenci vardı.
Cuma namazında cemaati mescit almaz, koridorlara temiz battaniyeler serilir, subay astsubay, er-erbaş ve askeri öğrenciler saf tutardık. Namaz kılarken vücudu titreyen arkadaşlarım vardı. Yüzlerindeki nura bakar kendim için üzülürdüm.
Öğretmen subayların içinde ateisti olduğu gibi 5 vakit namaz kılan da çoktu.
Ramazan ayında iftar ve sahurda özel yemekler çıkar, çoğu öğrenci oruçlu olduğu için eğitim ve sporlar "hafif" yaptırıldı.
1986-1987 yılında Mamak Muhabere Okulunda da hemen hemen aynı şeyleri yaşadım. Namaz kıldığımızdan dolayı, oruç tuttuğumuzdan dolayı en ufak bir baskı görmedim.
YAŞ'A GELMEDEN ÖNCEKİ İLK GÖZ’YAŞ’LARI
1987 Eylül ayında ilk görev yerim olan Malatya'ya gittim.
1990’da evlendim.
1991 yılında Şemseddin'im doğdu.
Oğlum Şemseddin, doğduktan 1 hafta sonra mekanik sarılığa yakalandı.
Sağlık karnesi için gerekli evrakı komutanlığa vermeme rağmen sağlık karnesi henüz elimize geçmemişti.
Askeri lojmanda oturuyordum. Eşim ve kayınvalidem, üst kat komşumuz Üsteğmenin sağlıkçı eşiyle beraber oğlumuzu yeni açılan Askeri Hastaneye götürmüşler.
Çocuk doktoru, eşimin tesettürlü halini görünce yüz ifadesi değişmiş ve: “Sağlık karneniz nerede?” diye sormuş.
Evrakın verildiği fakat henüz sağlık karnesinin teslim edilmediği ifade edilince; “BAŞINI KAPATACAĞINA, GÖZÜNÜ AÇIK TUTUP DA KARNEYİ ÇIKARTTIRSAN YA! BEN BU HASTAYA BAKMAM!” şeklinde konuşmuş.
Hanım şoka girmiş, bir kelime edememiş. Komşumuzun eşi, kendisini tanıtmış; kocasının ordu karargâhındaki sağlık şubede görevli bir üsteğmen olduğunu ve bizim komşumuz olduğunu ifade edince, doktor muayene etmeyi kabul etmiş.
Akşam eve geldim. Eşim beni görünce gözyaşlarını tutamadı. “Ne oldu?” dedim, bu olayı anlattı.
"Üzülme” dedim, “Allah (cc) bizimle beraberdir."
Salona geçtim, hırsımdan ağlamaya başladım.
Şeytan yüzlerce vesvese veriyordu, Allah' a (cc) havale ettim.
YAŞ'a gelmeden önceki ilk GözYAŞlarımızdı bu yaşlar.
…
SIKINTILAR ve HASTALIKLAR…
2 ay sonra ‘ACİL TAYİN’ emriyle tayinim çıktı. K.K.K'lığından 600'e yakın subay ve Astsubayın, J.Gn.K'lığı emrinde geçici görevlendirilmesi yapılmıştı.
Terörle mücadelede görev yapmak üzere tayin edilmiştik.
Edirne Uzunköprü’de birliği kurduk, Bolu Komando Tugayı’nda 1 aylık eğitim aldık,
Edirne Keşan’da 1 ay askere eğitim verdik ve sonrasında Batman'a intikal ettik.
2.5 sene Batman Hasankeyf’te görev yaptım, 7 ay eşimi ve oğlumu hiç görmedim.
Askerler çadırda, rütbeliler de okulun kazan dairesinde kömürlerle beraber kaldık.
Sonra baraka yaptılar da rahat ettik :))
Allah (cc) şahit; hiç isyan etmedim, kızdığım anlar olmuştur elbette.
…
2.5 sene sonra Ankara'ya, Genelkurmay Kripto Merkezi’ne tayinim çıktı.
Memleketim Kırıkkale olduğu için Ankara'ya yakındı, bu nedenle çok sevinmiştim.
Genelkurmaya gelince gördüm ki; Doğudaki olaylar kimsenin umurunda değil...
Bu üzüntüyle migren hastalığına yakalandım.
Hastalığım çok ilerledi, dilaltı uyuşturucu veriyorlardı da yine faydası olmuyordu.
Hayat, çekilmez bir hale gelmişti. Biliyordum, Allah (cc) kimseye kaldıramayacağı bir dert ve hastalık vermez. Kul hakikaten çok zayıf, bunu hastalığımda daha iyi anladım.
Bir gece ağrının şiddetiyle uyandım. Buzdolabına koştum buz yoktu, buzluktan tırnaklarımla kar kazıyıp yüzüme alnıma sürdüm.
Salona geçip betona yattım yine faydası olmadı. Karanlık ve soğuk bir nebze de olda migrene fayda veriyordu, o gece hiç etkisi olmadı.
Ağrılarım iyice şiddetlendi, soğuk soğuk gözyaşı dökmeye başladım. İntihar etmeyi bile düşündüm bir an!
Yatağın ucuna oturdum, gözüm tamamen kapanmıştı.
Ellerimi açıp dua etmeye başladım. Acıdan soğuk soğuk akan gözyaşlarım, tövbe ve yakarıştan dolayı sıcak sıcak akmaya başlamıştı. Rabbime müracaat etmiştim, ( böyle bir duanın halet-i ruhiyesini bir daha yakalayamadım)
Kâinatta sadece Allah azze ve celle ile ben vardım sanki ve O'nun (cc.) huzurundaydım.
Dedim: “Allah’ım, ben biliyorum –hâşâ- sen zalim değilsin, kuluna kaldıramayacağı yükü vermezsin. Allah’ım, ben bittim, artık dayanamıyorum, ya bana şifa ver, ya da sabır ver.”
Yalvarışlarım 5-10 dakika sürdü.
Aman Yarabbi, kâinat bu kadar büyük müydü? Ben yalvardıkça kâinat büyüyor, büyüyor ve ben rahatlıyordum. Ağrılarım biraz hafifleyince o halde uyuya kalmışım.
Sabah eşim uyandırdı kahvaltıyı yapıp mesaiye gittim. Günlerden pazartesiydi.
Cuma akşamı akşam yemeğinden sonra eşim: “Ağrıların nasıl diye soracağım her gün, unutuyorum” deyince şok oldum, 5 gündür ağrım yoktu, hasta olduğumu dahi Allah (cc) unutturmuştu.
Ağlamaya başladım, pazar günü yaşadıklarımı eşime de anlattım. Elhamdülillah, imtihan bitmişti. Migrenim geçti.
…
BAŞÖRTÜSÜ SORUŞTURMALARI BAŞLIYOR
3.ncü sicil amirim, Genelkurmay’da Muhabere Bilgi Sitemler Komutanı (J6), daha sonra da Deniz Kuvvetleri Komutanı olan kıymetli General Sn. B.A. idi. Kendisi, Sn. Özkök Paşa ile birlikte Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz darbe planlarına karşı çıkmış birisiydi. Bunlar, Ergenekon Davası’nda ortaya çıkmıştı.
Niğdeli bir başçavuş; 2.nci sicil amirim olan Tuğgeneralle, benimle alakalı konuşurlarken B.A. Paşanın sözlerini bana aktarmıştı. Eğer olumsuz bir rapor olsaymış, 1998’de değil, 1996 yılında YAŞ kararıyla ilişiğim kesilecekmiş meğer…
B.A. Paşa J6 görevinden tayin olup gidince yerine Deniz Orgeneral T.U. isminde bir paşa geldi. Bu arada 2.nci sicil amirim de değişmişti. Bu Tuğgeneral de çok kıymetli bir paşaydı. Kurmay Albayken de yakın çalışmalarımız olmuştu.
Bu arada bütün subay astsubaylardan eşlerinin fotoğrafı istendi.
TSK’da “YAŞ İşler” oluyordu; biliyorduk, görüyorduk. Bu fotoğraf talebinin ne netice vereceğinin de fakındaydık.
Ben, eşimin başörtülü fotoğrafını verdim. Şube müdürüm ve ilk sicil amirim beni çağırdı, biraz konuştuk.
Baş açık bir fotoğraf getirmemi istedi, Yarbayım bunu teklif ederken ezilip büzülüyor, büyük bir mahcubiyet yaşıyordu.
"Komutanım bu işin sonu belli, ne yapsak da olmaz artık, ok yaydan çıkmış bir kere. Sonu ne olacaksa olsun, her gün ölmektense bir gün ölelim artık dedim”, O da: “Sen bilirsin” dedi.
2 hafta sonra 2.ci sicil amirim olan Tuğgeneralin huzurundaydım. Çok kibar karşıladı, çay söyledi. Bana memleketin ahvalinden anlattı, gelinen noktayı söyledi. Komuta katının tavırlarından bahsetti.
(Bunlar olurken, iktidarda Refah-yol hükümeti vardı. Zaten o dönemde TSK’da sıkıntı görme devri zirveye vurmuştu.)
İlk kez TSK’da, Ramazan ayının diğer aylardan farklı olmadığı bir döneme girmiştik. İftar ve sahura özel yemek çıkmadığı gibi, teravih namazları da kılınmıyordu artık. Herkes korku içindeydi. Namaz kılanların bir kısmı namazı bırakmıştı, evde kazaya bırakıyorlardı.
Lojmanlarda sahur, sokak lambalarının ışığında yapılıyor, evimiz tespit edilecek diye lambalar açılmıyordu.
Birçok tesettürlü subay- astsubay eşi, başörtülerini çıkarttılar.
SÜREÇ BAŞLIYOR
Bir gün Komutanım, üstteki komutanlarımızın eşi kapalı subay- astsubay görmek istemediklerini ifade etti.
Ben de kendisine: “Komutanım; ben askerî okulda 4 yıl okudum, bana kimse ne öğrenciliğimde, ne de sonrasında ‘eşiniz kapalı olacak’ demedi. Ben, Anadolu çocuğuyum, bizim oralarda başı açık az olur, gittim bir başı kapalıyla evlendim. Şimdi nasıl eşime gidip de, ‘Komutanım başını açacaksın diyor’ derim?” deyince, Tuğgeneral iki elini havaya kaldırdı ve: “Ben demiyorum, komutanlar diyor” deyince, anladım ki, komutanın da yapacağı bir şey yok. Benim yüzümden de rest çekip istifa edecek değildi ya!
Kendisine hürmetlerimi arz edip odasından çıktım.
1 - 2 hafta sonra ilk savunmamı verdiler. “Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı ‘SİMGE’ ve yaşayış tarzı içinde olduğumdan dolayı” ikaz edildim. Savunmamda; bunun gerçek dışı olduğunu, Atatürk’ü en iyi tanıyanlardan olduğumu, bu konuda da her türlü sınava ve mülakata açık olduğumu yazıp verdim.
Süreç çoktan başlamıştı.
Yaklaşık 1 ay sonraydı; komutanım bizim merkeze gelmiş, beni çağırdılar.
Karargâha gittim. Kurmay Binbaşı karşıladı, hemşerimdi, aramız yoktu. Baktım, 2 başçavuş daha var, bekliyorlar.
Ben o zaman Kıdemli Üstçavuştum. “Hayırdır?” dedim, “Çağırmışlar, geldik” dediler.
Rütbe sırasıyla içeriye almaya başladılar.
Temiz bir Başçavuştu, sessiz sakin bir kişilik, fazla da konuşmazdı kimseyle. İlk o girdi içeri. 5-10 dakika sonra içeride bağıran Paşanın sesini işitmeye başlamıştık. Ortalık ısınıyordu.
Bu başçavuş da cevap vermeye, o da bağırmaya ve kendisini savunmaya çalışıyordu. O cevap verdikçe de Paşa çıldırıyordu.
Personel Müdürü daktilo ile odaya girdi, 15-20 dakika sonra başçavuşla beraber çıktı.
Anında başçavuşa 20 gün oda hapsi cezası vermişler, onu alıp götürdüler.
Diğer Başçavuş odaya alındı, Paşa ona da bağırıyor, tahrik ediyordu: “Şeriat devleti mi kuracaksınız, sizin arkanızdan kim gelir? Olsa olsa Konya, Kayseri sizle birleşir, biz tertibimizi çoktan aldık” vb. şeyler söylüyordu, fakat bu tuzağa o düşmedi.
Personel Müdürü yine çağırıldı, 7 gün oda hapsi cezası da ona vermişler. Onu da alıp götürdüler.
Bu arada bana sıra gelecek, ben; odada ne yapacağım diye planlar kuruyorum.
Boynumu büktüm, duaya başladım…
Beni aldılar odaya. Paşa, kızgın bir boğa gibi beni süzmeye başladı.
Esas duruşa geçtim, selam verdim, kendimi tanıttım, gözlerimi gözlerine diktim.
Dışarıda beklerken biraz ürkmüş ve korkmuştum, lakin şimdi zerre heyecan ve titreme yoktu.
Dedi bana: “Oğlum, seni niye çağırdım biliyor musun?”
Ben de: “Komutanım, tahminim şudur ki, herhalde başörtüsüdür” dedim.
“Aferin” dedi, “ben delikanlı adamı severim. Sandalye al, otur” dedi.
Bizim Paşa da rahatlamıştı, koltuğundan kalktı yandaki sandalyeyi kaptı, hemen koşup elinden aldım, kenara koydum ve oturdum.
Paşa, memleketin ahvalinden bahsetmeye başladı. Anlattı, anlattı; ben sadece dinledim. “Bak” dedi, “Komutanların da seni çok seviyorlar. Dürüst çalışkan bir askersin, seni kaybetmek istemiyorlar. Gerekli ikazları sana yaptılar, neden eşin modern kıyafetler giymiyor?”
Nasıl olsa atacaklardı, bu ara hapis yatmaya da gerek yok diye düşündüm o an.
Sonra, başımdaki amirimi hem komutanım, hem de babam gibi gördüğümü, nasihatlerini kesinlikle dinlediğimi söyledim. Ayrıca, bir türlü eşimi ikna edemediğimi, hatta boşamakla tehdit ettiğimi de söyleyince, “Gerek yok evladım, bir müddet sonra direnci kırılır, sakın gevşetme bu işi, bayrama kadar hallet” dedi. “Emredersiniz” dedim.
Bayramın birinci günü bayramlaşmaya evine davet etti.
Gülerek bana: “Biraz sana pahalıya mal olacak, yeni kıyafetler, kuaför masrafı falan” dedi ve ekledi: “Muhakkak kahve içmeye bekliyorum, komutanınla beraber gel, çocuklarını da getir.”
“Emredersiniz” dedim. “Araban var mı?” dedi, “Yok komutanım” dedim. “Komutanın seni aldırır” dedi.
Yine, Emredersiniz” dedim.
Güleceğim, gülemiyorum; hakikaten tam bir tiyatroydu. Fakat bu tiyatroda yalan söylediğim bir şey de yoktu. Her şey eşimin kabul etmesine bağlı olarak kurgulanmıştı. Eşimin ve benim kabul etmeyeceğimizi bizim paşa biliyordu fakat T.U. Paşa bilmiyordu.
Kocaman bir general ne işlerle uğraşıyordu? Aslında olan, devlete ve millete oluyordu…
Bayram geldi geçti, tabi ki biz gitmedik. Niye gitmediğimizi de soran olmadı.
1 ay kadar sonra 2.nci yazılı savunma verdiler, son kez ikaz edildiğim yazıyordu.
Bir şeyler yazıp karalayıp savunmamı verdim.
Mayıs-1998 ayında tayinler belli oldu. Trabzon’daki Muhabere Bölüğü’ndeki Saymanlığa tayinim çıkmıştı. Haziran sonu ilişik kesip, Temmuzda da yeni yerime gidecektim.
O sıralar prosedür - talimat gereği; 2 yazılı savunma verip, tayin ediyorlar, yeni gidilen birlikte de 6 ay sonunda olumsuz bir sicil yazıp YAŞ kararıyla ordudan atıyorlardı.
Bu hesapta, benim de atılmama 8-9 ay kalmıştı. Rahmetli babamla istişare ettim, evi götürmeyecektim. Çoluk-çocuğu memlekete bırakacaktım…”
(1998 yılında atılan, 1987 Yılı mezunu Muhabere Astsubay Arif Bayram’ın mektubundan yola çıkarak kaleme alınan ‘YAŞ’ARTILAN NİCE GÖZLERDEN… başlıklı yazımızın devamı bir sonraki yazımızda.)
rkerpeten@gmail.com
RAMAZAN KERPETEN