Bizim generaller her şeyi en doğru biçimde bildiklerine nasıl inandılar, bilmiyorum.
Herhalde askerî okullarda böyle eğitiliyorlar.
Her konuda kesin fikirleri var ve bu fikirlerin uygulanmasını istiyorlar.
İstedikleri olmazsa silahlarını gösteriyorlar.
“Çankaya’da türbanlı eşi olan bir cumhurbaşkanı oturamaz” diyorlar mesela.
Bunun için muhtıralar yazıyorlar.
Sonra, seçimlerde halk “bal gibi oturur, niye oturamasın” deyince de şaşıyorlar.
Türban meselesinde olduğu gibi Kürt meselesinde de tartışılmaz fikirleri bulunuyor.
Genelkurmay Başkanı, Kürt meselesinden bahsederken “terör örgütünü vurmaktan” söz ediyor.
Çözüm bu mu?
Ordu, yirmi beş yıldan beri PKK’yı vuruyor.
Sonuç ne?
Binlerce ölü, yüz milyarlarca doların harcanması.
Ve, Kürt sorununun hiçbir şekilde çözülememiş olarak toplumun karşısında durması.
PKK’nın da dağlarda varlığını sürdürmesi.
Sanırım önce PKK’nın “ne olduğuna” doğru karar vermek gerek.
PKK, terör örgütü mü?
Terör örgütü dediğin şeyin on üyesi olur, elli üyesi olur, bilemedin yüz üyesi olur.
PKK ise, binlerce militanı olan, yirmi beş yıldır bir orduyla savaşan, elektrik santralı kurabilen, baraj yapabilen, dünyaya yayılmış bir örgütü bulunan, geniş finans kaynaklarına ve önemli biçimde halk desteğine sahip bir örgüt.
Buna “terör örgütü” denmez.
Bu örgütün uygulamalarına, siyaset ve hukuk yolu açıkken “silahlı” mücadeleyi sürdürmesine, şehirlerde bomba patlatmasına, uluslararası hukuk “terör” diyor.
Ama bu PKK’yı “terör örgütü” yapmıyor, onu “terör” uygulayan bir örgüt yapıyor.
Tam tersinden düşünürseniz sanırım daha net anlaşılacak.
Güneydoğu’da on yedi bin faili meçhul cinayet işlendi.
Bu cinayetlerin büyük çoğunluğunun orduya bağlı JİTEM tarafından işlendiği artık yavaş yavaş anlaşılıyor.
İtirafçılar her şeyi anlatıyor, gizli tanıkların gösterdiği adreslerden cesetler çıkıyor.
On yedi bin kişiyi sokaklardan toplayıp öldürmek “terörün” daniskasıdır.
Bu uygulama, orduyu “terör örgütü” mü yapar?
Hayır.
Onu, Güneydoğu’da “terör” uygulayan bir örgüt yapar.
PKK’nın ne olduğunu anlayamazsak, onun varlık nedenini, yirmi beş yıllık bir savaşa, binlerce kaybına karşı nasıl ayakta kaldığını kavrayamayız.
Kökü halkın içinde olan bir örgüt PKK.
Türklerin PKK’ya bakışıyla, Kürtlerin PKK’ya bakışı ise çok farklı.
PKK, birçok Kürt için “kutsal” bir örgüt.
Kürtler arasında çok muhalifi var, kızanı var, eleştireni var ama gene de bütün Kürtler, “Kürt meselesinin” ülkenin gündemine PKK sayesinde girdiğini düşünür.
Bunları anlamadan bir “savaş” ya da “barış” stratejisi oluşturmak, kendini başarısızlığa mahkûm etmek demektir.
Gerçekleri görmenin bu ülkede birçok insanı rahatsız ettiğini biliyorum ama gerçekleri görmeden sorunları çözmek de mümkün değil.
Türk ve Kürt siyasetçiler de, ordu da, PKK da, yirmi beş yıllık bir savaşın yarattığı “sanal âlemin” içinden çıkıp gerçeklerle yüzleşmek zorunda.
Eğer devletin amacı PKK’yı yok etmekse, bu yanlış bir amaç.
Birincisi PKK’yı silahla yok etmek mümkün değil.
İkincisi PKK’yı yok etseniz bile sorunu çözemezsiniz, yerine yeni örgütler çıkar.
Sorun, on beş milyonluk bir halkın haklarının gasp edilmesidir.
Kürtlere “hakkını verme” gücü Türklerin elinde bulunduğu sürece bu sorun devam eder.
Kimsenin kimseye “hakkını verme” yetkisinin bulunmadığı bir ülke kurmak, herkesin hakkının toplumsal bir uzlaşmayla garanti altına alındığı bir devlet oluşturmak zorundayız.
Genelkurmay Başkanı, “kültürel haklar verilebilir ama bireysel olarak verilir,” diyor.
Kürtlerin siyaseti olamayacağını söylüyor.
Bunu söyleyemez.
Normal bir ülkede bunu söyleyen bir generale toplum, “size ne” der.
Bunlar sivil siyasetçilerin vereceği kararlar.
Kültürel hak mı verilecek, siyasal hak mı verilecek, kim kiminle görüşecek, bunlar askerlerin işi değil.
Askerler siyaset yapacaksa, askerliği kim yapacak?
Askeri bu işlerin dışına çekmeliyiz.
Sonra da oturup gerçekçi bir şekilde durumu değerlendirmeliyiz.
Kürt sorunu, PKK’ya “terör” örgütü diyerek, Kürt meselesini teröre indirgeyerek, “kim kime ne hakkı” verecek konularını askerlere devrederek çözülecek bir sorun değil.
Kürtlerle Türkler oturup konuşacaklar.
Herkesin kendini “birinci sınıf” vatandaş hissedeceği, güvenli huzurlu, mutlu bir ülke kurmanın yollarını arayacaklar.
Üstelik artık iki taraf için de bu bir “tercih” değil, bir mecburiyet.
Hayat, o korkunç gücüyle bunu emrediyor çünkü.