İstanbul Emniyet Müdürü, bir kıza karşı işlenen vahşi bir cinayetle ilgili olarak “Aile kızlarına sahip çıksalardı, ilgilenselerdi bu iş başına gelmeyebilirdi” kabilinden nasihat sayılabilecek bir söz söylemiş. Bu sözü emniyet müdürü sıfatıyla söylese ve “Bu sebeple cinayete hafifletici sebep arasa” elbette sözün kabul edilir tarafı olmaz. Ancak bir vatandaş, bir baba, bir acıyan, cinayetlerin olmamasını isteyen insan olarak söylemiş ise –şık olup olmadığı bir yana- yabana atılacak bir söz değildir.
Muhafazakâr insanımıza bu konu sorulsa tepkinin şöyle olacağında şüphe yok gibidir: “Bu cinayet kabul edilemez, insanlık dışı, mutlaka suçlu bulunmalı ve hak ettiği cezayı görmeli (buna idam da dahil olmalı), analar babalar da çocuklarını başı boş bırakmamalı, 'kimlerle düşüp kalkıyor, nerelere girip çıkıyor' diye bakmalı, yanlış yola düşmelerine engel olmak için gerekli tedbirleri almalılar…”.
Bir genç kızın ve delikanlının evli olmadığı karşı cinsten biri ile aşk yaşaması, bir evde kalmaları, alkol ve uyuşturcu alıp eğlenmeleri… karşısında üçüncü şahısların tavrını iki ayrı alanda görüp değerlendirmek gerekiyor.
Liberal demokrasilerde ve TC. Anayasası'nın ilgili maddesinde tanınan hürriyet ile “kimsenin inancından dolayı kınanamayacağı” kuralı çerçevesinde bakıldığında kimse kimsenin hayat tarzını, din ve ahlak tercihini kınayamaz, -başkalarının hak ve özgülüğüne zarar vermedikçe, genel ahlaka, sağlık ve asayişe de aykırı olmadıkça- müdahale edemez.
Laik ve demokratik düzen içinde yaşıyor olsalar da muhafazakâr/dindar Müslümanların değer hükümleri ve dini vazifeleri açısından bakıldığında durum değişmektedir. İslam'a göre bir Müslüman, çocuklarını ayıp ve günah işlemekten alıkoymak için elinden gelen bütün tedbirleri almakla yükümlüdür. Başkalarının çocuklarına da uygun şekilde müdahale etmek onun vazifesidir. Uygun ise ayıbı ve günahı müdahale ile önler (bunu devletin görevlisi, ahlak zabıtası vb. yapar diyenler de vardır), bu uygun veya mümkün değilse diliyle önler (yani ayıp der, günah der, kınar, azarlar, öğüt verir…), bu da uygun veya mümkün değilse kalbiyle (duygu, ilişki ve bunu dışa vuran davranışlarıyla) engel olmaya çalışır.
Bu noktada liberal demokrasi ile Müslümanların değerleri ve vazifeleri arasında bir çatışma görülüyor. Dinin emrettiğini düzen yasaklıyor. Müslümanın, hak ve özgürlüğüne zarar verdiğini, genel ahlaka aykırı olduğunu söylediği ve böyle değerlendirdiği davranışları düzen farklı değerlendiriyor ve serbest bırakıyor. Bu serbestlik kötüye kullanıldığı veya tabii olarak kötü sonuçlar doğurduğu zaman da ıslah ve eğitim yerine suçlunun cezalandırılması, özgürlüğün ise bütün genişliği ile devam etmesi savunuluyor.
“Genel ahlak” kavramı ve buna dayalı özgürlük kısıtlamaları da uygulamada yok hükmündedir. Bu ülkede yaşayan insanların kahir çoğunluğu Müslüman olduğu halde genel ahlak, onların dini ve manevi değerlerine değil, liberal Batı sisteminin “göreceli, birey ile ilgili, değişken” ahlak anlayışına bina ediliyor. Durum böyle olunca da dindar Müslümanlar, kamuya açık alanlarda ortaya konan, ayıplanması, kınanması yasak olan “kötü örnekler” yüzünden çocuklarının eğitiminde zorluklara düşüyorlar.
Elli yıl önce büyüklerin yanında sigara bile içilmeyen (şimdi bile buna riayet edenlerin sayısı az değildir) Türkiye'den, aile büyükleri ile küçüklerinin birlikte alkol aldıkları, kamuya açık yerlerde çiftlerin her ayıp ve günahı göstere göstere işledikleri Türkiye'ye geldik. Anlaşılan odur ki, “Muasır medeniyetin üstüne” böyle çıktık.
Allah encamımızı hayır eyleye!