Her şeyin sayılabilir kılınması ile birlikte iktisat, sayılan çoklukların insanlar arasındaki işleme kurallarını ifade etmeye dayandı. Post- modernistler teknolojinin üretim kabiliyetini tartışmak yanlısı değiller. Böylece post- modernistlerle belli konularda uzlaşan İslamcıların, üretim ile ilgili çekince ifade etmeleri de gerekmedi. Bilakis, sayılabilir değerlere sahip olarak VAR olunabileceği farzedilen bir kozmosun üyelerinden olan İslamcılar da, kendi değerlerini sayılabilir evrenin değer tarzının üzerinden savunmayı tercih ettiler.
İslam’ın zenginleşmeye temel kılınmak istenmesi ile birlikte İslam’ın dışında, kendi başına, kendine mahsus bir disiplin özelliği taşıyan iktisadın “hayat tarifi” geçerlik kazandı. Buna göre İslam, İslamcıların akledişlerinde, iktisadın yanında ikincil ve eklemlenebilir bir disipliner sistem, bir “özellik” şeklinde tanımlanmıştır, denilebilir. Sayısal sistem en büyük çoklukları dahi kapsayacak kozmos imkânı vermektedir. Yani, bireylerin üzerinde işlem yapabilecekleri meta miktarını artırdıkları âleme doğru genişlemektedir. İnhisarlarına geçirdikleri mamul maddelerin hesabını başkalarından sorabildikleri müddetçe sayılara ait kozmosu büyüten/ genişleten bir insan akılsallığı Müslüman kafaları sarmıştır. Evrenin sayısal değeri, sayılabilir kâinat fikri; saymaca içermeyen iman- inanç- takva- huşu tasavvuru karşısında üstünlük kurmaktadır. Post- modernist çağda da “Allah el- Aziz’dir” denildiğinde, hemen peşinden “Müslüman güçlü olmalı” anlayışının cümlelere yapıştırılması, iman ile ilgili meselenin “güçlü”, “muktedir” olandan sonra talep edildiğini gösterir. Bu şartlarda yeni zamanlarda iman, şartlanmış; seküler ama bireysel iktidarları tahkim etmeye râm olmuş (angaje kılınmış) bir adanmışlığı ifade ediyor.
20. yüzyılda diniliğin kavramsallaştırdığı iman’ın siyasi iktidar ile açıklanan tarifi vardı. Devletlerin inançlı ve ahlâklı kadrolarla yönetilmesinin, halkın iman ile alakalı problemlerini çözeceği farz olunuyordu. 20. Yüzyılda ortaya çıkan dini mücadelelerin merkeze “devlet” fikrini almasının temelinde bu varsayımın mührü vardır. İçinde yaşadığımız modern ötesi çağda, devletlerin Müslümanların düşündüğünden farklı biçimlerle aşıldığını, ulus- ötesi zihniyetlere kapı açıldığı görülmektedir. Kapitalizm, devletlerden daha azim bir kuvve halinde debdebesi ile ortadadır. İslamcılar modern zamanlarda “birey” haline dönüştürdükleri inanan adama “vakıf”, “mahalle”, “ahilik” gibi kadim köklerimize ait kavramları teklif etmedikleri için; post modern zamanlarda da küresel kapitalist ejderhanın dişleri arasındaki bireye, birey olmaktan istifa etmesini teklif edemiyorlar. Biçimlerimiz olmadığı zaman, başkalarının biçimleri tarafından kuşatılmış olmaktayız.
Biçimlerini, aslında cemaatçi fıkıh modellerini kaybeden modern Müslüman, bireyliğe razı olmakla kendini bütünüyle dışındaki dünyaya kaptırarak, kimliksizliği benimsemiş kitlenin içinde yok olmaktadır. Bireyliğini sürdürdükçe, “onu cemaat kılan fıkıhın” dışındaki dünyaya iten kapitalizm tarafından yutulmaktadır. İçinde “Biz” geçen “sana ibadet eder, senden yardım umarız”, ayetini her namazda zikreden Müslümanın dışsal hayatta bu “Biz”in kurumsal, yani fıkhî sübutunu gerçekleştirememesi, “Biz”i çoğaltamaması, içine düştüğü kuyudan uzun bir süre çıkılamayacağını gösteriyor. Bu nedenle Müslüman modernleşmesinin “devlet”i çözememesi gibi, post- modernleşme devrinin Müslümanlaşmasının da “kapitalizmi” yıkamayacağı; Müslüman bireyin yalnızlığa mahkûm oluşunu tahkim edeceği söylenmelidir. Saflarını sıklaştıramamış, “Biz” fıkhının içtimai sonuçlarını hedeflememiş dindarlaşmanın, imanı ve iyiliği (amenu ve amilussalihati) inanılan değil kullanılan bir şey haline getirmeye hakkı yoktur. Tekasür yani saymaca dünya algısı, ancak, sevdiklerini vererek “Biz”e dönüşen adamların kadim müesseselerine yenilecektir. Mahalle, vakıf ve ahilik (kardeşlik), sayılıp biriktirilen tekebbürü kırmaya muktedirdir.