Suriye'ye kilitlendik; körleşen bir rejimin hem kendi halkına hem de geleceğine nasıl ağır darbeler indirdiğini izliyoruz.
Aylardır yüz binlerin sokaklarda canını verdiği Yemen'de, bütün yüzsüzlüğü ile iktidarda tutulan Salih'in sonunun nasıl olacağını, bu adamın neden desteklendiğini anlamaya çalışıyoruz.
Mısır ve Tunus'ta askeri yönetimlerin ömürlerini ve geçiş dönemini uzatmaya yönelik girişimlerin ne anlama geldiğini sorguluyoruz.
İspanya'da işsizliğini gerekçe göstererek sokaklara dökülen milyonların, seçim sonrası bile eylemlerine devam edenlerin, Ortadoğu'yu sarsan dalgadan ne kadar etkilendiğini ölçüyoruz.
Yunanistan'da, kepenk kapatacak kadar ağırlaşan ekonomik sorunların ne tür sosyal sorunlara yol açacağına yönelik öngörülerde bulunuyoruz.
Yeryüzünün orta kuşağını sallayan gelişmelerin bir süre sonra küresel dönüşüm dalgasına yol açıp açmayacağını, 21. yüzyılın şeklini belirleyip belirleyemeyeceğini, krizin Avrupa ve Amerika'da faşizmi, milliyetçiliği nasıl besleyeceğini analiz ediyoruz.
Bütün bunların merkezine Türkiye'yi koyarak, durduğumuz, durmamız gereken yeri keşfetmeye, günlük değil geleceğe bakarak pozisyon belirlemeye, gelişmelere bakışımızı ani refleksler yerine rasyonel ve soğukkanlı şekilde geliştirmeye, kim ne derse desin, itirazlarımızı diri tutmaya gayret sarfediyoruz.
Öyle görünüyor ki, uzunca bir zaman, belki dört beş yıl bu gelişmeleri izleyeceğiz. En son Suriye'de rejim değişikliğini hedef alan, bütün bölgeyi sarsacak güçteki olayların, Türkiye'de ne tür toplumsal reaksiyonlara yol açtığını gördük. Baasçı ve özgürlükçü şeklinde iki keskin kategori şekillenirken, aslında bunun nasıl tehlikeli bir hal olabileceğini düşünmekten oldukça uzağız. Lobiler ve kamuoyunu yönlendiren iletişim kanaları harıl harıl kendi tezlerini pazarlıyor.
Bu doğal, doğru da... Ancak müthiş bir savrulma da izliyoruz. Irak'ta tanık olduğumuz mezhep eksenli, kimlik eksenli savrulmaların benzerlerinin hem bu ülkelerde hem de gelişmeleri izleyen Türkiye kamuoyunda etkili olduğunu maalesef görüyoruz. Öyle ki, Baas rejimine duyulan öfke, bölgede haklı mücadele veren örgütlere ve çevrelere yönelik öfkeye dönüşüyor. Aklı başında bildiğimiz çevreler, sadece bu yüzden Lübnan Hizbullah'ına veryansın etmeye başladılar. İsrail unutuldu, bu çevrelerin aklına bile gelmiyor artık.
Ve bazıları, "Esad rejimi gitsin de isterse Amerika on kez işgal etsin daha hayırlıdır" cümlesini kurabiliyor. Son derece tehlikeli bir nokta burası. Baas rejimini kimsenin savunma lüksü yok. Ama bu savrulma da en az Baasçıları savunmak kadar tehlikeli... Bu konuda uzun tartışmalar yapmak gerekiyor. Zaman geçtikçe, olaylar daha da alevlendikçe savrulmanın tehlikelerini çok daha net göreceğiz.
Bölgeye özgü liderlerin, diktatörlerin değişmesi elbette özgürlük getirmek için yetmeyebilir. Bu liderlerin, iktidar kadrolarının 20. yüzyılın sömürü, denetim güçlerinin yerel temsilcileri olduğunu biliyoruz. Yapılması gereken, liderler, iktidar kadroları değiştirilirken benzer yapıların oluşturulmasına direnmektir. Bu yapılar kimler üzerinden yapılırsa yapılsın.
Mısır ve Tunus'ta liderler kolay değişti ama ülkeler, yönetimler değişmedi. Libya'da kanlı bir iç savaş başlatıldı, NATO bir Müslüman ülkeyi her gün bombalıyor. Şehirler, limanlar, havaalanları, gemiler bombalanıyor kimse bunun anlamını düşünmüyor. Kaddafi'nin değil Libya'nın zenginlikleri yok ediliyor.
Kaddafi de bitti. Silahla ayakta durması mümkün değil. Fransa helikopterler gönderirken, NATO Akdeniz'den vururken, ABD askeri müdahalede yeni destekler açıklarken muhalefet ülke ülke dolaşıyor. ABD muhalefeti Libya'nın temsilcisi olarak tanıdı. Avrupa Birliği tanıdı ve Bingazi'de temsilcilik açtı. Geçiş döneminin temsilcileri Türkiye'ye geldi ve en üst düzeyde ağırlandı. Türkiye'ye yönelik diplomatik çıkarmanın benzeri Rusya'ya yapılıyor. Muhalefet Bingazi'de merkez bankasını kurdu, Avrupa ülkelerinde temsilcilik açıyor.
Kaddafi işte şimdi devrildi. Yeni yönetim işbaşında. Sanıyoruz Libya dosyası bir süre sonra kapatılacak. İşte o zaman Suriye dosyasının nasıl açılacağını göreceğiz.