Neşe Düzel’in Sedat Laçiner’le yaptığı söyleşiyi okumayanlar varsa mutlaka okusun bence.
Türkiye büyük bir “yakıt okyanusunun” tam ortasında.
Buralarda çıkarılan petrolün ve doğalgazın Avrupa’ya ulaşması için iki yol var.
Türkiye ve Rusya.
Rusya bütün gelirini yakıttan kazanıyor ve bu işin tekelini elinde tutmak istiyor.
Amerika ise Rusya’nın bu kadar güçlenmesine karşı.
Türkiye’yi, Rusya’ya alternatif hale getirip, gaz borularını Türkiye’den geçirmek istiyor.
Ama bu boruların geçeceği ülkenin mutlaka istikrarlı bir ülke olması gerekiyor ki borular iyi korunabilsin.
Laçiner’in bu anlattıkları içinde yaşadığımız şartları çok açık ortaya seriyor.
Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesi, bu nedenle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmasını ve demokrasiyle yönetilerek bir istikrara kavuşmasını istiyorlar.
Laçiner’in anlattıklarına bakılırsa Rusya, yakıt borularının Türkiye’den geçmesinden çok haz etmiyor.
Bu tablo, Türkiye’nin “dünya dengelerini” etkileyecek çok önemli bir pozisyona sahip olduğunu ortaya koyuyor.
Hem büyük bir avantaj bu, hem de büyük bir tehlike.
Avantaj, çünkü bu sayede Türkiye zengin olabilir, güvenli olabilir, barışa kavuşabilir ve bunları yaparken de Batı’nın önemli ölçüde desteğini kazanır.
Ama aynı zamanda tehlike, çünkü bu güç oyununda Türkiye’nin geçiş yolu olmasını istemeyenlerin de hedefi olacak.
Laçiner bunları anlattıktan sonra, bir ülke için olabilecek en korkunç şeyi söylüyor.
Diyor ki “Ankara’da tek bir devlet yok, birkaç devlet var ve bunların her biri iç politikada güçlenebilmek için dış güçlerle işbirliği yapıyor.”
Türkiye’nin “istikrarını bozmak isteyen” dış güçlerle işbirliği yapanların kaos yaratmak için çeşitli girişimlerde bulunması kaçınılmaz olacak buna göre.
Bu aşamada, “neden o Ergenekoncu paşanın yanında o kadar Rus var” sorusuyla, Ergenekon sanıklarından çoğunun “bir kriz çıksa, ekonomi çökse” demelerinin, Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanmasının ve Danıştay Baskını’nın ardında yatan “gerçekler” biraraya geliveriyor.
Bu, ürkütücü bir görüntü.
Bu görüntünün iç politikadaki yansımalarına baktığınızda ne görüyorsunuz?
Bir yanda AKP var, diğer yanda Ergenekon’u destekleyen güçler.
Ergenekon özellikle “laiklik endişesi taşıyan” kalabalıklardan destek alıyor.
Sadece görüntüyle yetinirseniz, AKP’ye muhalefet edenlerin temel meselesi “laikliğin elden gitme” tehlikesi.
İşte bu noktada tam “Türk tipi” bir tuhaflıkla karşılaşıyoruz.
“Şeriat getireceğinden” endişe edilen AKP, bu ülkedeki Avrupa Birliği yanlısı tek parti.
Hem şeriatçı hem de Avrupacı.
Bu ikisinin birarada olması imkânsız.
O zaman şu soruyu sormamız gerekiyor.
Ergenekon türü yapılanmalar, bütün o darbeci paşalar, Jandarma istihbaratçıları, JİTEM’ciler, mafyacılar, AKP’ye “şeriat” yanlısı olduğu için mi yoksa Batı yanlısı olduğu için mi karşı çıkıyorlar?
Bana sorarsanız onlar AKP’ye “Avrupa yanlısı” olduğu için karşı çıkıyorlar.
Ama onları destekleyen sokaktaki kalabalıklar “gerçek bir laiklik” endişesi taşıyorlar.
Ergenekon’un tepesindekilerle, onların sokaktaki destekçileri büyük bir ihtimalle aynı fikre ve aynı amaca sahip değiller.
Bu noktada da dönüp AKP’ye bakmak lazım, neden insanlar onun şeriat getireceğinden korkuyorlar?
AKP’nin iktidarının ilk başlarında bu kadar yoğun olmayan korku neden çoğaldı?
Özellikle AKP’li belediyelerin fırsat bulmuşken “şehirlilerin”, daha burjuva zevkleri olanların burnunu sürtmek, onları garip uygulamalarla rahatsız etmek gibi bir huyu var.
Ama bence daha önemlisi, AKP’nin Avrupa yolunda duralaması.
Çünkü AKP’nin “şeriattan” korkan kitlelere, en başta da kadınlara verebileceği en büyük garanti Avrupa standartlarına sahip çıkması.
AKP’nin Avrupa yolundan uzaklaşması, belediyelerinin tutumlarıyla birleşince şehirli kitlelerde bir panik yaratıyor.
Onlar da orduya ve Ergenekon’a sığınmaya çalışıyorlar.
Eğer AKP, darbecilerle ve Ergenekon’la, sokaktaki samimi insanları birbirinden ayıracak bir güven ortamı yaratamazsa başımıza bir bela gelmesi ihtimali çok yüksek.
Bakın, hukukçular yeniden kıpırdanmaya başladılar.
Danıştay’da bir daire başkanı “Danıştay Baskını’nın Ergenekon’la ilişkisi olmadığını” vurgulayan bir konuşma yaptı.
Sincan Mahkemesi, Kürt barışında önderliği üstlenmiş görünen Cumhurbaşkanı’nın “sahtecilikten” yargılanması gerektiğine karar verdi.
Mitingler çoğalıyor.
Bu kalabalıklar “çoğunluğa” sahip değiller ama nüfusun yaklaşık dörtte birini temsil ediyorlar.
Böyle büyük bir kalabalığı ve hukukçuları ardına alan Ergenekon ortalığı karman çorman edebilir.
Kitlesel kıyımlar, büyük katliamlar bile yaşayabiliriz.
Bunu önleyebilecek tek güç gene AKP.
Eğer yeniden Avrupa sürecine hız verir, belediyelerinin “muhafazakârlığı” çok vurgulayıp “şehirliliği” fazla dışlayan tutumlarını gemlerse, sokaktaki kalabalıklar Ergenekon’un ardından çekilir.
Yoksa, benim görebildiğim kadarıyla bela geliyor.
Ve bu sefer fena geliyor.