Geçen haftaki “Çöle düşen kalenin stratejik önemi kalmaz” isimli yazımda “Tatar Çölü” isimli romana atıfta bulunarak Mehmet Bekaroğlu’yla ilgili düşüncelerimi paylaşmıştım. Ancak “Tatar Çölü”nü okumayan bazı dostların, yazının başlığı dâhil, yazıyı anlamakta zorlandıklarını düşünüyorum.
“Tatar Çölü”nü İtalyan Yazar Dino Buzzati 1940 yılında yazmış. Türkçeye 1968 yılında çevrilmiş ve aynı yıl Varlık Yayınlarınca yayınlanmış. Daha sonra İletişim Yayınları’nca da, okuyucuya ulaştırılmış.
Teğmen Drago, ilk görev yeri olarak ülkenin sınırında, zaman içerisinde hiçbir stratejik önemi kalmayan çöl ortasındaki bir kaleye atanır. Oraya kendisinden önce atanan diğer subaylar gibi, burada görev yapmanın hiçbir anlamının olmadığını, burada bulunmanın mesleği ve idealleri adına kendisine hiçbir şey kazandırmayacağını görür ve bu kaleden kurtulmak için her yola başvurur. Torpil arar, rapor alır… Ancak bu uğraşlarının hiçbirinden sonuç alamaz. Çevresindeki insanlara önemsiz bir iş yaptığını göstermemeye de özel gayret gösterir. Bu çevresine önemli görülme hali, zamanla kendisini sarar; kaleye de alışmaya başlar. Artık yaptığı sıradan işler, onun için daha mühim görülmeye başlar. En sonunda yaptığı işle, ülkesine büyük hizmetler sunduğunu, sanmaya başlar. Bu psikoloji öyle bir hal alır ki, ülkenin bağımsızlığının ve özgürlüğünün yegâne garantisi kendisinin o kalede bulunmuş olması olduğunu düşünmeye başlar. Teğmen Drago kendini, başka dünyalara kapayıp; askerlerin birbirine sordukları parolanın gizi içerisinde kaybeder.
Tatar Çölü, en çok hediye ettiğim kitaplardan biri oldu. Bürokrasi de yüksek bir yere atanan bir dostuma da çikolata yerine bu kitabı götürmüştüm. Ve mutlaka okumasını söylemiştim. Kitabı okuduktan sonra bana, epey sitem etmişti, “Sen benim bulunduğum yeri Tatar Çölü, yaptığım işi parola sormak mı zannediyorsun” diye. Sonra da dışarıdan parola sormak kabilinden görülen bir sürü yaptığı önemli iş sıralamıştı.
İşte asıl soru bu. Acaba hangimiz, bulunduğumuz yerin Tatar Çölü, yaptığımız işin “Parola sormak” olup olmadığını sorguluyoruz. Bir camide her hafta düzenli vaaz veren vaiz; haftanın birinde, her zaman ki gibi kürsüye çıkar, bağdaş kurar ve başlar başı önde düşünmeye. Bu durum biraz uzun sürünce cemaat “hocam vakit tamamdır, cemaat eksiksiz geldi, artık vaaz etmeye başlayınız” diyerek vaiz efendiyi düşüncelerinden sıyırmaya, haftanın vaazını vermeye çağırır. Hoca efendi, cemaate döner ve “bu hafta ben, kendim için, kendi içime vaaz edeyim, siz de kendiniz için, kendi içinizdeki vaiz efendiyi dinleyiniz” der. Camiyi bir sessizlik kaplar. Ancak kaç kişi kendi içindeki vaizi dinlemiştir, orası meçhul.
Eskiden aşağı yukarı her evde, her işyerinde bir levha bulunurdu: “Bugün Allah için, ne yaptın.” Bu sözü ayrıca insanlar birbirine “her gün yatarken, bu soruyu kendinize sorunuz” diye öğütlerdi. Son zamanlarda bu tür levhalara ve öğütlere artık rastlanmaz oldu. Ama yine de ben insanların bu soruyu kendilerine sıklıkla sorduklarını düşünüyorum.
“Bugün Allah için ne yaptın” sorusu herhalde hepimizi kendi “Tatar Çölü”müzden kurtaracak en kestirme sorgulamadır. Bu sorgulama da, kesinlikle başat rolü vicdanımız almalıdır. Vicdanın ayık olduğu anlarda, bu sorgulama anlamlı olacaktır. Çünkü vicdanın sustuğu her yerde katliam, cihat görünecektir. Haksızlık, çıplaklığını ancak vicdanın süzgecinde ortaya serer, vicdanın diri olmadığı yerde, “Ahu Dudu”daki yaşlı kadınların pozisyonuna düşeriz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda, uzun süre “Ahu Dudu” isimli bir oyun oynandı. Oyunda evde kalmış iki yaşlı kız kardeş vardı. Bunlar, hayatlarını insanlara iyiliğe adamış azizelerdi. Pansiyon işletiyorlardı. Oradan kazandıkları parayı, yoksullara dağıtıyor, kimsesiz çocuklara oyuncaklar hediye ediyorlardı. Pansiyona gelen misafirlerine yakın ilgi gösteriyor, onlarla konuşuyor, onların dertlerini dinliyor, sıkıntılarına ortak oluyorlardı. Sıkıntısı fazla olanları gece öldürerek, sıkıntılarından kurtarıyorlardı. Sonra da Allah’a binlerce şükrediyorlardı, bir sıkıntılı kulu daha, sıkıntılarından kurtarma imkânını kendilerine bahşettiği için. Öldürdüklerinin cesetlerini de; akli dengesi yerinde olmayan, kendisini Çanakkale Savaşlarında asker zannederek apartmanın bodrumunda, mevziler kazan yeğenlerinin açtığı çukurlara gömüyorlardı. Hâlbuki o teyzeler kendilerini iyiliklere adamışlardı. Karıncayı bile incitmezlerdi. Ama katildiler ancak katilliklerine vicdanlarını susturan güzel bir gerekçe bulmuşlardı: İnsanları sıkıntılarından kurtarmak.
Yaptıklarına meşruiyet kazandırma noktasında teyzelerde olduğu gibi, hiç kimsenin zorlanacağını sanmıyorum. Yeter ki siz meşruiyet arayışına giriniz. Hani ne derler, “Mazeret burun gibidir” herkeste bulunur. Yeter ki mazeret bulmaya çalışacak pozisyonu yaşamayalım. Yoksa istediğimiz an, katilliklerimiz için bile, Allah’a şükredecek mazeretler bulabiliriz.