FATİH KUT: Çok Kıymetli KON TV İzleyicileri, İslam ve Hayat Programına hepiniz hoş geldiniz efendim. Bu akşam tasavvuf ile ilgili konulardan söz açacağız. O konulardaki problemleri açıklamaya, soruları cevaplandırmaya çalışacağız İnşallah. İlk olarak tasavvufî eğitim ne zaman başlamıştır, tasavvufun kaynağı nedir?
TARİHÇESİ
PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Peki, Bismillah deyip başlayalım. Önce tasavvufun tarihçesi için çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki Peygamberlikle aynıdır. Yani ilk Peygamber ve ilk insan yeryüzüne indikten sonra tasavvufî yaşantı birlikte başlamıştır. Şöyle de diyebiliriz: Allah yolunda çalışan her hangi bir insanın ibadet ve özelde iç bünyeyi terbiye ile ilgili bir gayretinin olmaması düşünülemez. Bir insan Allah yolunda çalışıyorsa dünyevî olarak yapacağı işler olduğu gibi, uhrevî yani ahireti ve maneviyatı ilgilendiren yönünün de olması muhakkaktır ve mutlaka gereklidir. Dolayısıyla tarihçe olarak biz sadece Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile başlayan bir zühd hayatı değil, daha önceki Peygamberler ile birlikte gelen bir hayatı gözümüzün önüne getireceğiz. Bizde olumsuz şöyle bir özellik var : Bizim toplum olarak ya da müslüman olarak neye önem veriyorsak, İslam sadece ondan ibarettir diyoruz, gerisine çarpı çekiyoruz. Bu yanlış. İslam bir bütün olarak düşünülmesi gerekirken, bakıyorsunuz ki müslüman, sadece kendisinin önem verdiğini alıyor, geri tarafını yok sayıyor. Bunu ya kendisi yapamadığı içindir ya da o konuyu, o ameli sevmediği için böyle yapıyor. Bunun sonucunda da o amelin İslam’da yok olduğunu ispatlama gayretine giriyor. Mesela dinimizin emirlerinden A emri, diyelim ki bir müslümanın nefsine zor geliyor. O kişi daima A emrine karşı çalışma gayreti içerisine giriyor. Ona göre A İslam’ın dışındadır ve İslam’da o mesele yoktur. İslam varsa varsa mesela B dir. A yoktur vs. Halbuki ; onun da İslam’da yeri vardır, dese daha doğru ve dürüst davranmış olur. Ya da “İslam’da var ama ben yapamıyorum, yapanlardan Allah razı olsun” dese daha münasip hareket etmiş olur. O kişinin kabiliyeti B doğrultusundadır, filanınki A doğrultusundadır. Bu yanlış tavır, dini anlayışımızdan başlayarak sosyal yaşantımıza varıncaya kadar kendisini gösteriyor. Bir bakıyorsunuz ki tamamen dinle ilgisi olmayan insan grupları müşterek ortak menfaatler doğrultusunda bir araya gelebiliyorlar ama bizimkiler bir araya gelemiyor. Çünkü bizimkiler o kadar basit ayrıntıdaki bir şeyi adeta din olarak algılamaya başlıyor ve ondan sonra da muhatabını müslüman ve müvahhid olmasına rağmen din dışı, müşrik, kafir olarak görmeye başlıyor. Bizde maalesef böyle olumsuz bir özellik var.
FATİH KUT: Bu çok yanlış ve çok zararları olan bir konu değil mi Sayın Hocam?
PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Tabii ki öyle. Tarih boyu bunun zararını çektik, hala da çekiyoruz ve bunu da aramızda dürtükleyip duran, galiba şeytan olsa gerek diye düşünüyorum. Bu dediğinizin yüzde yüz zararı var. Hem de sadece belli bir zaman dilimine zararı olmuş değil, tarih boyu zararı olmuştur. Tarih boyu çok ciddi zararları çekilmiş ve müslümanlar bunu çok pahalı ödemişlerdir. Veya ödeyemeyip altında kaldıkları zamanlar da olmuştur. Şimdi ben bu konuyu diğer soruları da göz önünde bulundurarak ilgili istifhamlara cevap ve izah etmeye çalışayım :
TASAVVUF NE DEMEKTİR, KAYNAĞI NEDİR?
Her şeyden önce tasavvufi hayatın tanımını yapacak olursak deriz ki bildiğimiz kadarı ile sûfilerde olduğu gibi Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın Sünnetini en ince ayrıntısına varıncaya kadar yaşamaya gayret eden bir anlayışın ve bu hareketin adı olup bunun failine sûfi denir. Bunu felsefi düşünce ya da yabancı bir düşünce olarak algılamak çok garip bir yanlışlıktır. Bunu nefsine ağır gelmesi sebebi ile iddia ediyorlar diyebiliyoruz. Öncelikle şuradan başlayayım : Bizim hadîsler arasında Cibrîl Hadîsi dediğimiz bir hadîs-i şerif var. Bize bu hadîs-i şerifi Hz. Ömer naklediyor : Diyor ki (mealen) ; Bir gün Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile bir grup sahabe oturup sohbet ediyorken yanımıza birden bir yabancı geliverdi. Bu yabancıyı hiç birimiz tanımıyorduk. Uzaktan geldiği belli ama üzerinde yolculuktan yana hiç bir iz, eser yok. Yolcu olan kişi üzerinde bir yorgunluk, o günkü şartlarla toz toprak… olur. Yorgun olur, aç olur. Ama onun üzerinde en ufak böyle bir iz yok. Elbisesi tertemiz, bir yabancı, uzaktan gelmiş, hiç birimiz tanımıyoruz. Üzerinde yolculuğa dair bir alamet yok. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a dizleri değecek şekilde diz dize oturdu. Ellerini dizlerinin üzerine koydu ve Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's Selâm’a sorular sormaya başladı.
5 tane soru sordu. Birisi “İman nedir ?” Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bizim “İmanın şartları 6’dır” diyoruz ya, onları sayarak “İman budur”, diyor. Cevabı aldıktan sonra o yabancı “Sadakte”, yani “doğru söyledin” diyor. Hz. Ömer : “Biz hayret ettik”, diyor. Aslında Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a edeben soru sorulmaz. O soru soracak olursa da “Allahu ve Resûluhu a’lem”, yani “Allah ve Resûlu daha iyi bilir deriz” edeben. Bu yabancı hem soru soruyor hem de sonunda tasdik ediyor. Biz hayret ettik.
2. Soru : “İslam nedir ?” Bizim islamın 5 şartı olarak saydığımız şeyleri sayarak Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Selem “İslam budur”, diye cevap veriyor. O yabancı “sadakte” diyor, yani “doğru söyledin” diyor. Biz yine hayret ettik. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hiç istifini bozmadan cevap vermeye devam ediyor.
Ondan sonra 3. soru : “İhsan nedir ?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ihsanı şöyle tarif ediyor. “Senin, Allah’ı görüyormuş gibi ona ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor”. Yani ihsan, insanın her nerede olursa olsun Allahın kendisini gördüğünü bilerek, Allahın kendisini gördüğü şuurunda olarak hal ve hareketini ona göre düzenlemesidir”, anlamında bir cevap.
4. Soru “Ya Resûlellah kıyamet ne zaman kopacaktır?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm buna bilmediği şeklinde cevap veriyor. Yani “soru sorulan kişi, soruyu sorandan daha iyi bilmez,” diye cevabını veriyor.
5. Soru “Öyle ise Ya Resûlellah kıyametin alametleri nedir?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm 2-3 tane alamet söylüyor. Ve alametleri işte budur, diyor. Ondan sonra o yabancı birden kayboluveriyor. Hz. Ömer diyor ki, gözden kayboluverdi. Bir süre sonra Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm benim hayretimi görmüş olmalı ki, sordu. “Bu gelen kimdi biliyor musunuz?” Biz , “Allahu ve Resûluhu a’lem”, yani “Allah ve Resülü daha iyi bilir”, dedik. Cevabı Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm kendisi veriyor. “Bu Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti”. Onun için bu rivayete, Cibrîl yani -Cebrail Hadîsi- denilmektedir. İşte bu hadîs İslamî hükümlerin bize tasnifini veriyor. Bu beş sorudan ilk üçü dünyada bizim yapacağımız şeylerle ilgilidir. Son ikisi de Ahiret ile ilgilidir.
Bundan ayrıca biz şunu anlıyoruz : İlk üçünü hakkıyla yerine getirenler, Ahirete hazırdırlar ve ölümü hoş geldin, safa geldin diye karşılayabilirler. Artık bu üçünü yerine getirenler dünyadaki işlerini tamamlamıştır, demektir. Ahiretlik bir insan olmuştur yani. Bunların ilk üçü ne öyleyse? İman, İslam ve İhsan. Biz de gerçekten İslami hükümleri buna göre tasnif ederiz. 3 gruba ayrılır, deriz. Birisi İmani hükümler yani inanca dair itikadi hükümler, 2. Amelî hükümler, ne yapacağımıza ya da ne yapmayacağımıza dair hükümler. Mesela meleklere iman etmek ya da Ahirete iman etmek 1. gruptandır. Namaz kılmak, abdest almak 2. gruptandır. Yani 1.sinde neye inanman gerekir, neyi inkâr etmen gerekir. 2.sinde de neyi yapman gerekir, nelerden uzak durman gerekir. Yani inançla birlikte bedenen yapacağımız şeyler, 3.sü ise, iç dünyanın terbiyesi ile ilgilidir ki, ruh terbiyesi, nefis terbiyesi ya da nefis tezkiyesi dediğimiz şeydir.
FATİH KUT: Yani aslında hepsi birbirini tamamlıyor.
PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet birbirini tamamlıyor. Şimdi bunlardan 1. olmazsa yani iman kısmı olmazsa, o insan müslüman değildir. Ve o şekilde ölüp giderse Kur'ân-ı Kerîmin ifadesiyle ebediyyen cehennemliktir. Artık bu kişinin cehennemden kurtulup cennete girmesi mümkün değildir. Tabiatiyle bunların da kendine göre şartları ve adabı var. İman eden kişi Peygamberimiz’in talim ettirdiği gibi iman edecek. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’de diyor ki (Bakara : 137),
فَإِنْ آمَنُواْ بِمِثْلِ مَآ آمَنْتُمْ بِهِ فَقَدِ اهْتَدَواْ
“Onlar, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola gelmiş olurlar”.
FATİH KUT: Bu kesin bir ifade.
PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Kesin. Daha çok ayet var bu konuda. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm dâhil bütün Peygamberlere inanacak. Kur'ân-ı Kerîm dâhil bütün kitaplara inanacak. Haa o zaman Peygamberimizin getirdiği iman esasları gibi iman edecek demek ki. Bir de bu imana göre bir amel, bir eylem ortaya koyacak. İşte bu ameller, eylemler sistemini biz Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’dan öğreniyoruz. Ve Peygamberimizin ortaya koyduğu bu davranış biçimine biz toplu olarak “Sünnet” diyoruz. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın sünneti yani yaşantı biçimi. İşte 2. grup, bu hükümleri ifade ediyor. 3. grup İhsan. Bu, nefis tezkiyesi, ruh terbiyesi ile ilgili hükümlerdir ki bu üçü insanı, kamil yapan hükümlerdir. Diyelim ki 1. olur da 2. olmazsa her zaman sönmekle karşı karşıya olan çıplak bir iman demek olur. 1. olur da amel ve dolayısıyla ruh terbiyesi olmazsa, bunu şuna benzetmişler : Fanusu olmayan, etrafında cam muhafazası olmayan bir muma, bir lambaya benzer. Nasıl ki herhangi bir rüzgarın bunu söndürmesi çok kolay ise, amelle desteklenmeyen iman da her zaman yok olmakla karşı karşıyadır. Dolayısıyla kişi 1.’ye iman edecek. 2. grubu da yapacak. 2.’yi yaptığı zaman tamam, muttaki bir müslüman’dır denebilir kendisine ama eksiktir. Bir de ruhunu terbiye etmesi gerekir. Bunu biz bütün İslami hükümlerde görürüz. Namazda da görürüz, zekâtta da görürüz, hacda da görürüz, kurbanda vs.de de görürüz. Dolayısıyla tasavvuf ya da ruh terbiyesi Cibrîl Hadîsindeki bu soru ve cevabına dayanmaktadır. Bunlardan 1. grupla ilgili mezhebler ortaya çıkmış. Mesela Maturidilik, Eş’ârilik. Ehl-i Sünnet vs. dediğimiz mezhebler ortaya çıkmış. 2.siyle ilgili olarak da mezhebler ortaya çıkmış. Hanefi, Şafiî vs. Mezheb kelimesi, yol demektir, onu da unutmayalım. Gidilecek olan yol anlamındadır. Üçüncüsü ile ilgili de mezheb ortaya çıkmış. O da yine yol anlamında ama ona mezheb denmemiş de tarik / tarikat denilmiştir ki o da zaten yol demektir..
FATİH KUT: Tarikat kelimesi oradan geliyor demek ki.
PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet, o da yol demektir. Demek oluyor ki üç grup hükümle ilgili olarak ulemamız müslümanlara aroma / hazır ve doğru bilgiyi en kısa zamanda takdim etmek için ekoller halinde onu işlemişler. İşte her üç grupta da oluşan bu ekollere mezheb yada tarik / tarikat denilmiştir ki mezhebi de biraz îzâh etmemiz gerekir. Aslında kimilerinin iddia ettiği gibi mezheb bid’at yani sonradan türedi şeyler değildir. Onu anlatalım inşallah. Mezhebin bid’at yani din dışı hatta din düşmanlığı gibi bir şey olması mümkün değil. Mezhebler müslüman’a İslam dinini en kısa yoldan hangi suretle nasıl iletebiliriz doğrultusunda gayret göstermişler ve İslam şudur, şudur, şudur diye maddelemişlerdir. Mezheb işte bu hazır bilgiyi takdim etmiştir.
Devam edecek