Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşına bir emrivaki ile girdikten ve büyük kayıplar yaşadıktan sonra başını İngiltere’nin çektiği İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarını paylaşma planlarını masaya yatırdılar. Pay etme işi o zamanın süper gücü İngiltere’ye aitti ve tabii ki aslan payı da onların olacaktı.
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra eski toprakları üzerinde irili ufaklı 40’tan fazla ülke kuruldu; Türkiye Cumhuriyeti bunlardan sadece birisi idi. Peki Osmanlı İmparatorluğu’na ait bu topraklar üzerinde ekonomik olarak en cazip yer, yani İngiltere’nin kendine istediği “aslan payı” hangisiydi? Eğer Türkiye diye tahmin ettiyseniz yanıldınız. Doğru cevap Musul ve Kerkük bölgesi, yani bugünkü Kuzey Irak. Çünkü burada petrol bulunmuştu ve çıkarılması kolay derinlikteydi. İngiltere o zamanların sanayi devi olduğu için petrole ve onun sağlayacağı enerjiye en çok ihtiyacı olan ülke idi.
Nitekim 1919-1921 yılları arasında İstanbul’daki İngiltere Savaş Ofisi’nde istihbarat subayı olarak görev yapan Yüzbaşı John Godolphin Bennett 1972 yılında gazeteci Nezih Üzel’e verdiği röportajda “İngiliz Hükümeti Rusya’da Bolşevik İhtilali olunca Anadolu'da uzun süre kalamayacaklarını anladılar ve Anadolu’yu sağlam bir devlet kurabilecek kişiye, bir lidere bırakmamız gerekir diye düşündüler” demiştir. Görünen o ki, Türkiye’den bir ekonomik beklentileri yokmuş, o yüzden kalmayı düşünmemişler ve fakat Anadolu'yu Rusya’daki komünist rejime de bırakmak istememişler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun hazinesi en son Yavuz Sultan Selim zamanında dolup taşmış. O günden sonra hazinemiz hiç dolmamış. Çünkü coğrafyamızda bizi maddeten “uçuracak” bir doğal kaynak (altın, petrol, vb) yokmuş. Osmanlının son birkaç asrında savaş kazanılamadığı için bütçeyi artıya getiren harp ganimetleri de olmamış. Ana gelir kaynağı %81 ile Rumeli imiş. Fütuhatlarla elde edilen bu topraklarda yaşayan gayrimüslimlerden toplanan cizye vergisi toplam devlet bütçesinin %48’ini oluşturuyormuş. Nitekim 1911-12 Balkan Harbi sonrası kaybedilen Rumeli toprakları devletin de bir nevi iflas etmesine çanak tutmuş.
Yazıma niçin -başlıkla hiç alakası yokmuş gibi görünen- bu tarihi olayları anlatarak başladığımı soranlarınız vardır elbette. Peşinen söyleyeyim ki, yüzde yüz alakası var. Çünkü tarih tekerrürden ibarettir ve ders almak şarttır.
Diyebilirsiniz ki, Almanya’nın, Japonya’nın veya Kore’nin de doğal kaynak rezervleri yok ama devletleri zengin. İşte işin bam teli de burası. Bir Mercedes arabanın ortalama ağırlığını 1.200 kg kabul edelim. Bunun yaklaşık 1.000 kilogramının çelik ve alüminyum gibi metallerden imal edildiğini söyleyebiliriz. Şu anda bir ton çelik yaklaşık 14.000 TL. Ama ortalama bir Mercedes yaklaşık 1.400.000 TL. Yani Alman hammadde maliyeti 1 birim olan çeliği işledikten, uyguladıktan, markalaştırdıktan ve pazarladıktan sonra bize 100 birime satıyor. İşte bu aradaki 99 liraya “katma değer” diyoruz. Bu 99 birim çeliği işleyen fabrikatörler, fabrika işçileri, mühendisler, nakliyeciler, pazarlamacılar ve bunların ailelerinin refah içerisinde yaşamalarına yetecek bir maddi kaynak sağlıyor. Alman hükümetinin kasasına da ihtiyaç duyulan diğer yatırımlara bütçe oluşturacak hatırı sayılır bir vergi geliri giriyor.
Çocukken “tonlarca fındık satıp ancak bir makina alıyoruz” şeklinde yakınmaları çok duyar ve okurdum. Çok şükür bu durum yavaş yavaş da olsa değişiyor. Önce İHA/SİHA’lar, şimdi TOGG ve diğerleri kendi markamız olan yüksek teknoloji ürünleri dünya piyasalarında boy gösteriyor ve rağbet buluyor. Ama hala yolun başındayız. ARGE çalışmaları ile bulup patentlerini alacağımız ve markalaşacağımız kaliteli cep telefonları, televizyonlar, bilgisayarlar, seri üretim makinaları, yolcu uçakları, tıbbi ilaçlar, hibrit tohumlar olmalı.
Kendi doğal kaynaklarımızı da bulmamız lazım. Daha yeni yeni petrol ve doğalgaz bulundu topraklarımızda ve denizlerimizde. Ama demir, bakır, alüminyum gibi çokça kullanılan hammaddeleri bulup çıkarmamız ve işlememiz lazım çünkü bu kalemlerde hala ciddi oranlarda ithalat yapıyoruz.
Peki bu sinai gelişme nasıl yapılır? Kesinlikle koordineli bir çalışma gerekir. ASKON, MÜSİAD, TÜSİAD gibi iş insanları dernekleri, üreticiler, bankalar, yatırımcılar, sermaye sahipleri ve diğer paydaşlar, devletin endüstriyel planlama kurumları ile sıkı bir işbirliği yaparak çözümler üretmeli. Bu çalışmalar ve neticeleri periyodik olarak halk ile paylaşılmalı ki, vatandaş haberdar, iyimser ve geleceğe dair ümitvar olabilsin.