Çağımızın en büyük tarihçilerinden Fernand Braudel, Türklerin, "tarihin kayıp çocukları" olduğunu söylemişti.
Peki ne demek istiyordu üstad? Tarih sorunu konusunda çifte entelektüel körlük ve çarpıklık yaşayan Türk entelijansiyasına Braudel'in bu sarsıcı tespiti ne söyler, dahası gerçekten bir şey söyler mi, çok merak ediyorum doğrusu...
Önce, şu çifte entelektüel körlük ve çarpıklık meselesine biraz açıklık kazandıralım...
Tarihle ilişkisi bizim kadar problemli, hatta patolojik görünümler arzeden başka bir ülke yok şu yeryüzü coğrafyasında: Bir yandan, tarihte yaşananlarla hiçbir ilgisi olmayan "şanlı", "ihtişamlı" ve "zaferlerle dolu" banal, sanal ve zihni/mizi uyuşturan sahte bir tarih algısı; öte yandan da, sanki bu ülkenin çocukları, tarihte, tarihin yapılmasında hiçbir varlık göstermemişler gibi, ortaya koyduğumuz tarihî tecrübeyi, son bin yıldan bu yana -Selçuklular ve Osmanlılarla birlikte- dünya tarihinin akışını değiştiren, büyük tarihçimiz Halil İnalcık'a "Osmanlı tarihi bilinmeden dünya tarihi yazılamaz" dedirtecek kadar Müslümanları da, Avrupalıları da tarihe kışkırtan, tarihe girdiren tarih-kurucu tarihî yürüyüşümüzü hiçe sayan, yok sayan, tarihî tecrübemizi handiyse yalnızca modernleşme, batılılaşma ya da sekülerleşme süreciyle başlatan talihsiz ve temelsiz bir tarih/sizlik algısı, bizi tastamam entelektüel bir körleşmeye mahkûm ettiği için geçmişimizi de, geleceğimizi de bütün olumlu-olumsuz, görünür-görünmez yönleriyle ve boyutlarıyla görebilmemizi, kavrayabilmemizi ve tartışabilmemizi zorlaştırıyor.
Tarih sorunu'nun yeniden tartışılmasına neden olan "Muhteşem Yüzyıl" dizisi çerçevesinde televizyonlarda ve gazetelerde sergilediğimiz entelektüel sefalet, tarih algısı konusunda sözünü ettiğim bu çifte entelektüel körlüğün hangi boyutlarda seyrettiğini çok çarpıcı ve ürpertici şekillerde gözler önüne seriyor.
Her şeyden önce, çifte entelektüel körlük ve çarpıklık olarak nitelediğim ve tanımladığım bu sahte ve temelsiz tarih algısının bizatihî kendisi, bizim daha işin en başında, tarih algımız, tarihe bakışımız konusunda zihnen "tarihin kayıp çocukları" olduğumuzu göstermeye yetiyor yeterince.
Tarih, özellikle de tarih yapmış, tarihin akışının değiştirilmesinde belirleyici roller oynamış toplumlar için bir yük'tür aslında. Tarih, bir toplumun, bir toprağın, bir kültürel, entelektüel ve siyasî coğrafyanın hafızası olduğu için, eğer toplum yaşıyorsa, bir gün bu hafızanın beklenmedik zamanlarda, beklenmedik şekillerde varlığını hissettirmesi, göstermesi, patlaması kaçınılmaz olduğu için, tarihe, sağlıklı, gerçekçi, sahici, öz-eleştirel ve dolayısıyla yaratıcı şekillerde bakabildiğimiz zaman, yük olarak tarif ettiğim tarih, bize önümüzü açacak yükümlülükler yükler; bize taze bir ruh üfler, z/engin bir ufuk armağan eder ve geleceğe emin adımlarla yürümemizi sağlayacak uçsuz-bucaksız koridorlar açar önümüze.
Öte yandan, tarih yapmış, dünya tarihinin şekillendirilmesinde anahtar roller oynamış bir toplum, bu gerçeği yok sayarak hareket eder, hafızasını silmeye, yok etmeye kalkışırsa, yoksayılan tarihin yükü altında ezilmekten kurtulamaz: Tarihin yapıldığı coğrafya ve bu coğrafyadaki aktörler vasıtasıyla tarih yükünün yüklediği yükümlülükleri idrak edemeyen ve yeni yürüyüşlere yönlendiremeyen toplumlardan intikam almaktan çekinmez tarih.
Tarihin tarih bilinci kayıp çocukları, "yüzme" bilmedikleri için, tarihte nasıl yürünebileceğini, yol alınabileceğini unuttukları için, tarihin derin sularında boğulmaktan kurtulamazlar.
Dolayısıyla tarihi yüceltmek de, tarihi yok etmeye, yok saymaya kalkışmak da, aslında, aynı kapıya çıkıyor: Tarihin yükü altında ezilmeye...
Sonuç, her iki durumda da yön yitiminden, geleceğin görülememesinden, geleceğin, kendi geleceğimizin bizzat kendi ellerimizle yok edilmesinden başka bir yere götürmüyor bizi: Yersiz-yurtsuzlaştırıyor: Söylediğimiz her şeyi yersiz ve anlamsız kılıyor.
Daha da düşündürücü ve ürkütücü olan nokta şu burada: Bu durum, yalnızca söylediklerimizi değil, aynı zamanda varlığımızı da yersiz'leştiriyor, anlamsızlaştırıyor ve bizi bir kör döğüşünün ortasına fırlatıveriyor.
Pazartesi günkü yazıda, çifte entelektüel körlük şeklinde zuhur eden bu sahte ve temelsiz tarih algısı/zlığı/nın, bizim Osmanlı'nın neden unutturulduğunu ve onyıllardır ülkede, son birkaç yıldır da dünyada neden bir Osmanlı korkusunun ve heyûlasının icat edildiğini anlamamızı nasıl zorlaştırdığını tartışacağım.