Suriye’yi gerek beşeri gerekse de siyasi açıdan incelersek ülkedeki istikrarsızlığın büyüklüğünü görmeye ve Suriye halkının bu sorunla boğuşmasının ne derece zor ve konunun ne derece çetrefilli olduğunu idrak etmeye başlayabiliriz.
Arap Baharı’nın Suriye’deki mahfilleri ateşleyip ülkeyi etkisi altına aldığı andan itibaren Suriye’de 110 bin kişi sivil, çocuk, kadın ayrımına gidilmeden hunharca katledildi. İyice irdelenirse; vatandaşlarının 500 bini Türkiye’ye ve toplamda yaklaşık 2,5 milyonu başka ülkelere göç etmek zorunda kalan bir millet portresi çıkıyor karşımıza. 22 milyonluk ülkede; ülke içinde yerinden olanlar ve yaralananların sayısını kestirmek ise oluşan şiddet sarmalı içinde imkansız görünmekte. Keza bu rakamlar ışığında bakıldığında bile durumun vehameti görülebiliyor. Yine de siyasi yönleri ile karar vermek daha uygun olsa gerek;
Suriye’ye Türk dış politikasından bakılırsa
Suriye’nin bundan sonraki süreçte nasıl istikrarlı bir yapıya kavuşacağı ve bu amaca yönelik nelerin yapılmasının gerektiği sorusunun tek muhatabı şu an için Türkiye gibi görünmekte. Halkına zulmeden Esed’in karşısında tavır takınarak halkların vicdanlarına yönelik politika üreten Türkiye uluslararası alanda da sorunu çözmek için her tür çabayı göstermiş fakat batının ‘’diplomasi’’ mantığı ile henüz baş edememiştir. Evet diplomasi bir işe yaramıyor, hele ki insani travmaların yaşandığı bir süreci irdeliyorsak. Bu minvalde Türkiye’nin dış siyaset tutumu diplomasi diye adlandırılan ve monşercilik oynamaktan öteye geçmeyecek çıkar sözleşmelerini içermiyor. Dar kapsamlı değil aksine batıya da ,İslam ülkelerine de örnek olabilecek formatta bir hariciye örneğinin gözler önüne serilmesidir. Günü birlik maddi çıkarları düşünen ve Esad yanında yer alan bir Türkiye asla Ortadoğu’ya bir farklılık getiremez ve aranan yeni kanın kendisi olduğuna kimseyi ikna edemezdi. Kendi siyasetinde kavrulur giderdi.
G20 Zirvesi’nde tüm liderlerin Türkiye’yi temsilen başbakan Erdoğan ile yoğun müzakereler içinde olmaları da aslında Türk dış politikasının Suriye konusundan doğru argümanlarla masaya geldiğini gösteriyor. Buna rağmen batının diplomasi mantığı ( çıkar hesapları) bu argümanların desteklenmesi noktasında görüş ayrılığına neden oluyor.
ABD, İsrail ve karşı ittifakın perspektifiyle bakılırsa
Görünen o ki 21 Ağustos’taki kimyasal saldırıya bile göz yumacak basiretsiz bir duruş sergileyen ABD yönetimi, ne Esad’ı ne de kendi aralarında parçalanmış vaziyetteki muhalifleri kendisi için partner görmekte. Bu minvalde 2 tarafın da birbirini tüketmesi ve bu sürecin sonunda ancak müdahale gerçekleştirilmesi ABD için daha akılcı görünüyor. Keskin sınırları olan apolitik, terörist devlet olmanın gerekliliğine haiz İsrail için ise konuya değinmeye bile gerek yok. İç savaşın devamı noktasında ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar.
Rusya için ise Suriye’de bulunan Tartus Üssü bu noktada çok önemli. Askeri açıdan değil de temsili açıdan bile ‘’Ben burada varım’’ demenin Rusya için alınan nefes kadar elzem olması yadırganamaz. İslam ülkeleri ile olan münasebetlerinin de ‘’burada olmasıyla’’ güçlü olabileceği zaten aşikar. Fakat Rusya için süregelen bu ayrıcalıklar Esad sonrasında kim yönetime geçerse geçsin becerikli Rus politikası gereği yine devam edecek. Demek ki Putin de safını belirlerken tamamen duygusalı oynayanlardan. Ortadoğudaki her çatışma petrol ve doğalgaz fiyatlarını artırır ve bu da Ruslara ekonomik hükümranlık kazandırır.
Ruslara payendalık görevini layıkıyla yerine getiren; İsrail gibi marjinal rotada olan İran için ise halihazırda sünni karşıtı yapıya sahip Esed rejiminin devrilmesi İran rejiminin devrilmesi kadar kötü bir senaryoyu temsil ediyor. Ve bu noktada askeri, maddi, politik her tür desteği Esad rejimine veriyor. Nusayri rejiminin sürdürülmesi İran için maddi meseleden öte varlık meselesi halinde.
Velhasıl kelam ,üç aşağı beş yukarı iki cenah için de durum aynı. Her halukarda taraflar birbirlerini eritsin ve Esed tarafının da gücü kırılsın, muhaliflerin de. O noktada dış müdahaleye karar verilir. Ne kadar insan ölmüş, ne kadarı yerinden yurdundan olmuş bunların bir önemi yok. Batı diplomasisinin bu yüzünü gördükten sonra bölgede ve küresel sistemde liderliğe oynayan Türkiye’nin ise sadece bağırmaktan, seslenmekten daha öteye geçmesi ve çok daha vizyonel projelerle beynelmilel arenaya hitap etmesi gerekiyor.