Sultanahmet parkında!

xxx65
Sadece "eğitim" meselesi değil. "Öğretim", hiç değil.
Hiç okula gitmemiş akil, sevecen, huzur ve duygu yüklü insanların olabildiği, buna karşılık bir sürü diplomayla duygusuz, huzursuz, başkalarına karşı hoyrat adam ve kadınların da sol bulunabildiği bir dünya bu.
Savunacağımız elbette ille birincisi değil.
Ama ikincisine giden yollarda, aile ve okulda, okullarda "başkasının farkında olmak" nasıl öğretilir, nasıl anlatılır, nasıl anlaşılır... İşte öyle bir şey!
"Başkasının farkında olmak", sürekli biçimde "başkasının ne kadar tehlikeli olduğunun farkında olmak" gibi bir şey değil.
Tam tersine...
Onun da bir kökeni, hayatı, tercihi, umudu, hayali, özlemi, fikri olduğunun farkında olmak.
"Farkında olmak", ötekinin doğru olduğunu kabullenmek de değil.
Ötekinin var olduğunun farkında olmak.
"Farkında olmak", olan biteni değişmez, dönüşmez kabul etmek de değil.
Ama değişimi, dönüşümü, başkalığı, kaynaşmayı, sentezi herkes için, kendisi için de, geçerli, mümkün, muhtemel saymak.
Şu sıra yeniden tanık oluyoruz.
Birtakım insanlar, üstelik bu ülke ortalamasına göre yüksek sayılabilecek eğitimleri, işleri, statüleri ile "başka düşüncedeki, başka dünyalardan" başka insanları bir kaşık suda da, daha derin sularda da boğabilecek bir ahlaki, insani seviye tutturabiliyor.
Öteki olmasın, konuşmasın, düşünmesin, yazmasın, farklı şeyler söylemesin, hatta yaşamasın istiyor.
Farklı sözler kendisini rahatsız etmesin diye, sözlerin ölümünü isteyebiliyor.
Sözlerin ölümüyle dahi yetinemeyecek kadar, gözler dönsün istiyor.
"Cehaletin şiddeti"nin örneklerini bilebiliyoruz zaten...
Bu ülkede de az kıyım yaşanmadı, linçlerden katliamlara.
Çocuklar törelerden suikastlara kadar sürüklenmedi değil.
Anasını, babasını, evladını kolayca katledebilenlerin dünyasından "kör siyasi şiddet" çıkıp çıkıp duruyorsa, zaten sürpriz değil.
Lakin, öteki de, "asaletin şiddeti" de mümkün işte.
Onca eğitimle yürüne yürüne gelinmiş körlük duvarı.
"Tahammül" meselesi filan değil bu.
Bu, açıkçası "farkındalık"a dair.
"Farkındalık", ötekini onaylamak değil.
Öteki karşısında boyun eğmek hiç değil.
Ama sürekli boyun eğdirmek için hababam diş gıcırdatmak, bilemek ve diş geçirmek asla değil.
"Vicdan kültürü" bir bakıma "farkındalık"a da dair bir şey.
Öyle seçerek, cımbızlayarak, maşayla alarak vicdan sızısı, yürek acısı, acıma duygusu, şefkat kucağı, adalet talebi dillendirmek değil.
Gözünü, aklını, kalbini asla körleştirmemeye, sağırlaştırmamaya, dilini iki yüzlü kılmamaya dair.
Sorgulamaya, düşünmeye, tartışmaya, müdahale etmeye...
Ama bir diğerini yok saymamaya, yok etmemeye, yok etmeyi asla düşünmemeye dair.
O yüzden, "eleştirel düşünce" ve "farkındalık kültürü" belki de temel eğitimin, ilköğretimin, hatta fakültelerin en baba "ders gibi olmayan" dersleri olabilmeliydi...
Tabii bunu demek kolay da...
"Kim verecek" diye sorsanız, öyle kolay bir cevap yok!
"Milli Eğitim" mi, "dini ya da laik" ezberler mi, "piyasa eğitimcileri" mi?
Belki de, en iyisi yine hep yüreğimizle ve aklımızla yüzleşmeye uğraşmak.
O tedrisatın asla bitmemesi, asla mezun olunmaması.
Bağımsız ve özgür bir vicdan ile ötekinin de, berikinin de farkında olabilmek!
Kaldı ki, işte "dünkü haber": "Dink iyi ki gebermiş" diyen öğrencisine "Düşüncesi için kimse ölmemeli" diyen öğretmen şikayet sonucu sürüldü!
Belki de doğru değildir; doğru olma ihtimalinin çok yüksek olduğu bir ülkede