İnsanoğlu, dünyaya dair bir ünsiyet, menfaat, rızk korkusu, kaybetme endişesi, vs. duyduğunda olan bir şey hakkında “keşke olmasaydı”, olmayan bir şey hakkında ise “keşke olsaydı” kınayıcılığına kalkar. Bu da kulluğa terstir. Âdem’in cennette beden- cinsellik- barınma- geçim ile ilgili güdülerden azadlığı, nefsin ayartıcı kötülüğünü su yüze vuran mühim bir zaaf olgusuna işaret eder. Âdem bu zaaflara sahip olduğu halde Cennette bunlarla imtihan edilmemişti. İlginç olan şu ki, Adem, her şeye sahip olduğu halde, sahip olmadığını zan ettiği şey yüzünden fakirlik endişesine saplanmış, keşke kaygısıyla hareket etmiş, makamını kaybetmiştir. Beden/ cinsellik/ barınma/ geçim güdüleriyle hareket etmemek noktasında Âdem’in “irade etmeden sufi” bir duruşla sevk olunduğu iddiasında bulunulabilir.
Ancak “iradeci sufiliğin”, nefsin kötülüğünü bastırmakta başarılı olduğu fikri de yanlıştır. Her hal u kârda riyazet, açlığı/ susuzluğu/ cinselliği/ barınılacak evi/ giysiyi/ ihtiyaçlar için geçim meselesini zihnî bir problem olmaktan çıkarsa bile, nefsin “ölmemek ve tükenmez bir mülke erişmek” ile ilgili zaafını yıkamamıştır. Zaten nefsin fıtratı aslında onun bu talepleridir.
Dolayısıyla sufiliğin bedenî ihtiyaçları ezme ameliyesinin ruha dair cevheri açığa çıkaracağı sanısını tereddütlü karşılamak gerekir. Yani “aç kaldılar da yalan söylemekten kurtuldular” türünden fizik ya da matematik bir formülden bahsedilemez. Oruç, zikir, namaz, halvet, gece namazı, vs. gibi ibadetlerin ziyadesinden ahlâki bir kemalata varılamamak da ihtimaldir. Riyazetin kendisi değil, hangi marazı tedavi edeceği mesele sayılmalıdır. Bunu Âdem’in düşüşü sebebiyle iddia edebiliyoruz. Eğer Adem’in "Cennet Tekkesi"nin riyazetin gayeleri bakımından verili ideal bir yapı olduğunu tahayyül etseydik, dünyaya düşüşün vuku bulmaması gerekliliğine varırdık. Acıkmayan, şehvet baskısına uğramayan, geçim derdi çekmeyen, ihtiyaçlar kalemi bulunmayan ve bir manada zengin olan Adem; dünyaya düşüşle ve iş- güçle iştigale itilince ruhun tınısına daha uygun bir vasat bulmuş gibidir. Ne de olsa düştüğü yer hamurundan karıldığı toprakla aynı cinstir. Dolayısıyla dünyevî meşguliyet ve meşakkatin; sufiliğin açlık, cinsel uyanışlara cevap vermeme, fakirlik nedeniyle yalnızlık (Allah ile halvet), sığınma/ istiane/ inabe… vs. gibi perhizleri bakımından daha güçlü vurgulara sahip olduğu kabul edilmelidir. Âdem’in Cennetteki meşgaleden ve nefsaniyetten kopuk tekkesi, dünyadaki bela/ meşgale/ meşakkat tekkesinden zayıf kalmıştır. Böylece sıradan adam bela içinde riyazî bir terbiyeye talebe edilir.
Eğer Âdem’in “yaratılışı”na dair yeni bir sembolizm tahkiye edecek olursak; O’nun tüm isimleri öğrenmiş bir üstad iken nefsinin dizginini tutamayıp düştüğünü ve ancak dünya meşgalesi içinde hem kendisi için tekamülü bulduğu ve hem de dünya ve içindekiler için imarın imamı olduğu söylenebilecektir. Bu hal, fütüvvet ve ahi felsefesinin temel iddiası idi. Hikmetin bir ustadan (üstaz- şeyh) alınabileceği ve onun uygulandığı vasatın ise çalışma/ medar-ı maişet/ sa’y u emek içre olduğu ancak Âdem’in düşüşü ile ortaya çıkmıştır. Dolayısı ile tekâmül-i ahlâk, ahlâk-ı kiram, riyazat, kanaat, isar, hidmet, ubudiyet, rububiyet gibi meseleler; meşakkatin, maişet gailesinin, mücahede-i rızkın, bela-i düyünûn içindedir. Üstad da bütün mesleklerin, ilmin, kelamın, san’atın piri olan Âdem (as)’dir.
Bu zaviyeden bakınca Âdem (as)’in sufi değil melamî olduğu zikredilebilecektir. Ahi- melamî felsefede üretici, san’atkar, emekçi ve esnafın geçimi, rızık beklentisi ile dervişliği iç içe geçmiştir. Zaten meslek, sülûk demektir. Yani iş içinde dervişçe yaşamak, bir terbiyeye muhatap olmak, helal kazanırken rabbanileşmek demektir. İşi üstaddan meşk etmeye mecbur kalan ahi, aynı zamanda ekmeğini de kardeşinin (ahi- akı) kazancını yok etmeyecek şekilde kesb ehli olmalıydı. İlk zuhur döneminden beridir bir “cemaat” iktisadiyatı olarak geliştiği için üretim dışı gelir, sermaye temerküzü gibi düşünceleri reddetmesi gerekliydi.
Adem sembolizmine tekrar dönersek diyebiliriz ki; Adem, Cennet’te başarısız oldu. Çünkü bu sufilik idi. O, çoğalıp meşakkat içinde sülûk bulması takdir edildiği için dünyaya indirildi. Kardeşliği ve meslekleri tesis etmesi istendi. Bu da melamîlik idi. Kabil’e gelince, biriktirmeyi ihdas edip işi o kadar önemsedi ki, kardeşliği yok etmekten ve cemaati bozmaktan başka başka davası kalmadı. Oysa bu düşüş demekti. Adem tükenmez bir mal istediği için düşmemiş miydi?