'Balyoz Planı' içerisinde darbe günü tutuklanması öngörülen 36 gazeteciden çoğu dün bir 'suç duyurusu'nda bulundular. Kendilerini haklı bulduğum halde imzamı vermekten kaçındım. Sebebi gayet basit: Burada yazdığım her yazı aslında birer 'suç duyurusu' yerine geçiyor; isteyen herkes için yazılı belge teşkil ediyor yazılarım...
Uzunca sayılabilecek yazı hayatım boyunca hep ilkeli davranmaya çalıştım. Bile bile yalan yazmadım, iftiraya başvurmadım, kimseyi incitmek için yazı başına oturmadım, hiçbir zaman kafa derisi koleksiyonu yapmak gibi bir derdim olmadı, hiçbir güç gözümü kamaştırmadığı gibi ürkütmedi de. Yazdıklarıma itirazı olanların gönderdikleri açıklamaları –doğru olmadığını bilsem de– yayımlamaktan geri durmadım. Cevap vermem gerektiğinde saldırganın yazısını çarpıtmadan özetlemeyi bile ihmal etmedim.
Doğal gibi görünse de bizim basınımızda pek az kişinin itibar ettiği ilkelerdir bunlar...
Yola koyulduğum ilk gün ilkelerim yüzünden başıma gelecekleri biliyordum. Türk basını büyük olanın küçüğü hakir gördüğü, ezmeye çalıştığı 'Darvinist' bir yapıya sahiptir; üzerinize silindir gibi gelirler ve tek amaçları sizi yoketmektir... Güçlerini devlet içindeki müttefiklerinden ve o ittifakın gönüllü sivil unsurlarından alırlar. Sizin ilkeleriniz gereği kendinizi o yerlere kapatmanıza ek olarak, devletin derinlikleri 'büyük kardeşe daha büyük pay' usulüyle çalıştığı için hep onları gözetir zaten...
Türk basınında halen etkisini sürdüren yapılanmanın temelleri 27 Mayıs (1960) darbesinden sonra atılmıştır. Darbecilerin “Babıali'den geçeceğiz” niyeti hayata geçirilmiştir. Bugün 'merkez medya' diye bilinen gazetelerde köşeleri tutanların büyük çoğunluğu ya 27 Mayıs darbecilerinin kurduğu gazetenin kadrosundandır, ya da o kadronun önde gelenlerinin sonradan el verdikleridir...
Varlıklarını mevcut düzene borçlu oldukları için düzeni sürdürmeye yarayan her türlü girişimi destekler, düzeni bozacak gelişmelere ölümüne karşı çıkar bu kalemler...
Böyle bir sistemde kimi kime şikâyet edeceksiniz?
Düzenin devamı için gerektiğinde darbeler yapılması, darbe dönemlerinde de 'yararlanılacak gazeteciler' bulunması şarttır elbette. Dönün 27 Mayıs (1960) öncesinden 28 Şubat'a (1997) kadar meydana gelmiş bütün altüst oluşları gözden geçirin, hemen hepsinde birbirini kollayarak darbecilere yardakçılık yapan aynı 'Bremen Mızıkacıları'nı göreceksiniz.
Şaşılacak bir şey değil bu, mesleğe adım attıkları gün ellerine verilmiş 'görev tanımı' böyle davranmalarını öngörüyor. Aksi halde 1960'lardan beri hep aynı isimlerin veya el verdikleri tiplerin köşe başlarını tuttuğu bir medya düzenimiz olmazdı.
İşin eğlenceli tarafı, son bir-iki yıl içerisinde sarsılan dengeler yüzünden farklılaştığı sanılan medya düzeninin temel direklerinin, bu iddiaya rağmen, sapasağlam ayakta durmasıdır. Gazetelerin el değiştirmesi, kanalların satılmasıyla değişen hiçbir şey olmuyor aslında; 'merkez medya' denilen gazete ve televizyonların bütünü hâlâ aynı düzenin bekçilerinin etkisi altında... “Şu da mı, bu da mı?” diye sormanız gereksiz, evet hepsi... Bizimle ittifak kurdukları gerekçesiyle geçici olarak dışladıklarını ara sıra bizler kenarda konuk ediyoruz.
Mevcut medya düzeni, dönüştüremeyeceğini anladığı kişiler için kenar tribünleri ayırmıştır ve bu durum bugün de aynen geçerlidir. Görevini yeni terk eden bir yayın yönetmeni, uzun yıllar boyu neden gazetesine başı örtülü bir kadın yazar almayı düşünemediğini hayıflanarak yazdı geçen gün; hiç hayıflanmasın, görevde olsaydı bunu istemez, istese de yapamazdı...
Bu yazıyı da bir 'suç duyurusu' sayabilirsiniz.