Birkaç yıl önce Maldiv Adaları'ndan birinde tatil yapıyorduk.
Başkent Male'de ise bayraklar asılmış, devlet daireleri kapatılmıştı.
Meğer o gün, Maldivler'in ulusal bayram günüymüş.
Ben önce "Bağımsızlık Günü" sandım bu bayramı. Sonra bu adalar devletinin tarihini okuyunca, yanıldığımı anladım. Meğer o gün "Darbeyi bastırma günü"ymüş.
Hikayesi de şöyleydi:
1988'de Lütfi ( Lütfee) adındaki bir işadamı Sri Lanka'ya gidip, 400 kiralık asker bulmuş. Bunları Maldivler'e taşımış ve Başkan Gayyum'a karşı bir darbe girişimini başlatmış.
Bunun üzerine Başkan Gayyum da Hindistan'dan yardım istemiş. Hindistan'dan gelen paraşütçü birliği, kiralık askerleri de, işadamını da etkisiz hale getirmiş.
"Kaktüs Harekatı" diye bilinen ve 3 Kasım 1988'de gerçekleşen bu olay, Maldivler'in ulusal bayramı olmuş.
Görüldüğü gibi herkesin kendine özgü bir darbesi vardır.
Ama hiçbir ülkenin darbesi, bizim darbemiz kadar dedikodu malzemesi olmamıştır.
Yine bekleyeceğiz
Dün belki iddianame açıklanır da, herkes yargı sürecini beklemeye başlar diye ümit ediyorduk. Oysa sadece İddianame'nin var olduğunu öğrenebildik.
Şimdi bu İddianame'yi görevli mahkeme kabul mü edecek, yoksa eksikli diye iade mi edecek ya da toptan reddedip hiç dava başlatmayacak mı diye beklemek durumundayız.
Aynı süreci Cumhuriyet Başsavcısı AK Parti için kapatma isteminde bulunduktan sonra da yaşamıştık.
Özetle demokrasimiz de, siyasetimiz de, idaremiz de adliyelik.
Soğuk Savaş'ın Türkiye'yi de sağ ve sol kamplara böldüğü dönemde özellikle solcular, çevrelerindeki herkesin sivil polis ya da MİT ajanı olduğundan kuşkulanırdı. Bu nedenle en yakın arkadaşlara bile pek güvenilmezdi.
Bu durumu Çetin Altan şöyle yorumlamıştı bir gün.
- Eğer inanıldığı gibi herkes polis ise karakoldayız. Eğer bu iddialar asılsızsa, yalancıların arasındayız.
Bugün de buna benzer bir durum var gibi.
Herkes birbirinden kuşkulanmakta.
İnsanlar sanki ya "darbeci" ya da "şeriatçı" olmak zorundaymış gibi bir saplantı var beyinlerimizde.
Oysa siyasi geçmişimizden edindiğimiz deneyimlerin ışığında darbeciliğin de, şeriatçılığın da ne olduğunu biliyoruz.
Kamplaşma döngüsü
Yıl 2008... Türkiye'nin artık kendisini geçmişinden sıyırıp, yarına dönük yaşamasının zamanıdır.
Bu arada "Hukuk" kavramını da eskisinden farklı algılamamız gerekiyor.
Söylentiler ve hatta iddianameler bile, "Suçluluk" için yeterli değil.
Nasıl dini siyasete karıştırmak yanlışsa, siyaseti hukuka karıştırmak da aynı ölçüde yanlış.
Nasıl bir iktidarı beğenmeyip, onun sona ermesini istemek darbecilik değilse, El Kaide ve Hizbullah gibi global ölçekte din temelli şiddet örgütleri varken, bir ülkenin demokratik yolla seçilmiş siyasi partisini "Rejim düşmanı" ilan edip kapatmaya çalışmak da herhalde Cumhuriyetçilik değildir.
Ama karşıt görüşler birbirlerini önce suçlu ilan edip, yargı kararını daha sonra bekledikleri sürece, bütün bu akıl dışılıklar sona ermeyecektir.
Herkesin kendi savcısı olacak, her kesim yargı kararı beklemeden iddianameleri "Karar" gibi sunmaya çalışacaktır.
Burada en büyük sorumluluk yargıçlarımızın omuzlarında.
Bu kafa karışıklığından ancak onların gerçekten adil ve doğru kararlarıyla çıkabileceğiz.
Dileriz yargıçlar da, kendilerini savcıların yerine koymazlar.
Çünkü şu anda herkes kendini savcı sanıyor.