Yiv atmak ne demek hepimiz biliriz: Cıvata ile somunun yivleri birbirine tam denk getirilmeden sıkıştırıldığında, cıvata sona geldiği halde sıkmaya devam edildiğinde veya cıvatanın defalarca sıkıştırıp gevşetilmeden mütevellit aşınma meydana geldiğinde cıvata somuna tutmaz olur, işte buna yiv atmak deriz. Buna benzer bir eylemde şudur: Çürümüş bir tahtaya, eskimiş bir duvara çakılan çiviler ve monte edilmek istenen civatalar da tutmaz.
Tıpkı bu gerçekler gibi laflarda, sözlerde, nasihatlerde bazen yiv atarlar. Sadırlarda, gönüllerde çürümüş tahtalar ve eskimiş duvarlar gibi çivi tutmaz hale gelirler. Bunların nedeni, nasihatçinin (eğitimcinin) lafı ya gönüle tam denk getirmeden çokça söylemesinden, ya da sözleri lüzumsuz yere çok kez tekrarlayarak etkisini kaybetmesine neden olmasındandır.
Çok önemli gerçekler, çok önemli uyarılar, çok önemli nasihatler fazla tekrarlanınca, zamansız söylenince "yiv atmış" gibi olurlar. Bu nedenle nasihatçi/eğitimci nasihati kime, ne zaman, nasıl, ne miktarda söyleyeceğini iyi bilmeli. Aksi halde çok önemli nasihatleri, değişik şekillerle ve metotlarla vermeliyiz ki laf "yiv atmasın", nasihate muhatap olan akıl, gönül çürük tahtaya dönüp üzerine çakılan nasihat çivisini, tutamaz hale gelmesin.
Ölüm Gerçeği İnsanları Korkutmaz Oldu
İnsanın bu dünyadaki en büyük hedefi cenneti elde etmek değil mi? Cenneti kazanması için de Allah'ı, peygamberi, Kuranı, İslam’ı tanıması ve onların öğretilerine göre bir hayat yaşaması lazım değil mi? Evet, aynen öyle. İnsanın bu neticeyi elde etmesi için en sık düşünmesi gereken şeylerden biride ölüm gerçeği değil mi, evet. Fakat ölümle ilgili uyarılar, hep aynı tarzda yapıldığından mıdır, zamansız ve yersiz söylendiğinden midir nedir, sanki nasihatler uyarılar yivi atmış gibi tesir etmiyor. Akıl ve gönül tahtamız çürümüş ki altın değerindeki sözler, nasihatler sonuç vermiyor. Hz Ömer'i her duyduğunda korkudan bayıltan gerçekler bize zerre miktar tesir etmiyor.O zaman başka bir yol, başka bir metot denenmeli değil mi?
Ölümün getireceği sonuçları, yani eceli, kabir hayatını, berzahı, kıyameti, mizanı, sıratı, cenneti, cehennemi, rızayı ve buna benzer gerçekleri çokça duyan, fakat materyalist yaşantının ve eğitimin etkisi ile mücerret düşünme yeteneğinden epeyce uzaklaşan günümüz insanına daha müşahhas daha görünür şeylerden bahsetmek daha faydalı sonuçlar husule getirecektir. Günümüz insanına ölümü ve sonrasında olacak olan fakat gözüyle görmediği bu nedenle onun için bir nevi meçhul olan cehennem azabı ile korkutmak yerine, bu dünyada kaybedeceklerini anlatmak onu daha fazla etkileyecektir gibi geliyor bana.
ÖLÜMLE NELER KAYBEDECEĞİZ?
Ölümü insanlara şöyle anlatsak insanlar nasıl etkilenir acaba? Ölüm şu demektir: “Sana ait sandığın her şey seni terk edecek. Sana ait sandığın ve emrini sürekli dinleyen başta kendi organların olmak üzere hiçbir şey ve hiçbir kimse seni dinlemeyecek. Sen ölünce uğruna ömrünü harcadığın evinden seni çıkaracaklar. Hem de çırılçıplak. Elbiselerini soyacaklar. Yatağından kaldırıp götürecekler. Durun demek isteyeceksin dilin konuşmayacak. Direnmek isteyeceksin lakin o güçlü kolların, o güçlü ayakların seni kaldırıp götürenlere senin elbiselerini çıkaranlara karşı hiçbir direnç göstermeyecek.
Seni bir battaniye içinde sıcacık yuvandan, sevgili eşinden, yiğit oğullarından, nazlı kızlarından, vefalı akrabalarından, kıymetli dostlarından ayırıp yıkanmak ve tabuta konulmak üzere götürürlerken, ne kazandığın paraların, ne ömrünü uğruna harcadığın eşinin, ne “geleceklerini garanti altına almak için” hayatını harcadığın çocuklarının buna engel olmadığını, olamadığını görüp ,”eyvah” diyeceksin.
Başını kaldırıp baktığın da gündüzleri bazen bembeyaz bulutlarla, bazen sonsuz, mavi derinliklerle kaplı, geceleri milyonlarca yıldızlarla gönüllere fenerlik yapan gökyüzünü bir daha göremeyeceksin. Rengârenk çiçekleri, reyhanı andıran kokular üreten gülleri, cıvıldayan kuşları, çölleri, denizleri, ormanları bir daha seyredemeyeceksin. Gözün yerinde duruyor olacak ama ona görme emrini veren ruh/can bedeni terk ettiği için göz işlevini yitirmiş olacak.
Kendisi ile yolları arşınladığın, dağlara tırmandığın, ovalarda yürüdüğün, canının her istediği yere gittiğin ayakların yerinde duracak ama seni dinlemeyecek. Seni omuzlayıp ‘sadece beyaz kefenlilerin alındığı, bekçilerinin yılan çıyan olduğu, bir metrelik ışıksız, havasız, ekmeksiz, susuz saraya’ bir tabut içinde omuzlarda götürülürken , “durun, gitmek istemiyorum! Diyeceksin dinlemeyecekler. Elini, ayağını, bedenini kullanarak tabuttan çıkmak isteyeceksin hiçbir organın seni dinlemediği için başarısız olacaksın.
Evin, araban, paraların, tarlaların, malların, mülklerin, elbiselerin ayakkabıların, mobilyaların, halıların..Hiç biri senin değildir artık. Anadan, yardan, oğuldan kızdan, gelinden damattan, torundan akrabadan, eşden dosttan, konudan komşudan, dayıdan emmiden, teyzeden haladan… Hasılı dünya ve onun içindeki her şeyden uzaklaşıp yapayalnız, sadece amellerinle önce mezara, oradan berzaha, oradan mahşere, oradan mizana, oradan sırata oradan da ya (inşallah ) cennete, ya da (maazallah) Cehenneme gideceksin…”
İşte, kısaca Ölüm ve ötesi bu!