“Oğlunu bulabilirsen ona ilk ne söyleyeceksin!” Öldüğünü zannettiğiniz oğlunuzun, yaklaşık dört yıl sonra yaşama olasılığının belirmesi üzerine, Türk subayının sorduğu bir sorudur bu. Bu soru, bence filmin içindeki dramı yansıtan en önemli cümledir. Çünkü ümitsizliğin sonunda bir ışık belirmiş, umut -belki de son umut olarak- yeşermeye başlamıştır.
Avustralyalı bir çiftçi olan Connor, üç oğlunu da Çanakkale Savaşı'na göndermiştir. Çanakkale Savaşı'nın ardından Anadolu'ya gelen Connor'ın tek hedefi uzun süredir haber alamadığı oğullarının izini bulabilmektir. Connor'ın İstanbul'da başlayıp Çanakkale'ye ve oradan da ülkenin çeşitli yerlerine uzanan bu arayış yolculuğunda en büyük destekçileri Türk subayı Binbaşı Hasan ve yaveri Çavuş Cemal olacaktır.
Önce eğri oturup doğru konuşalım. Filmi beğenin veya beğenmeyin, Russell Crowe gibi bir markanın, içinde Türk düşmanlığı barındırmayan, tam tersine kültürümüzün güzelliklerini ön plana çıkartan bir film yapması, Osmanlı ve Türk imajı açısından müthiş bir olay. Filmin Amerika ve Avrupa’da, Ermeni soykırımı iddialarının 100. yılına denk gelen haftada vizyona girecek olması da Türkiye için ayrı bir şans diye düşünüyorum.
Geceyarısı Ekspresi filmi yüzünden uzun yıllar kötülük kaynağı Türkler imajını silmek için uğraşan Türk sinema sektörünün, Son Umut’a sevinmemesi kelimenin tam anlamı ile aymazlık olurdu doğrusu. Buna rağmen filmi kıyasıya eleştirip, burun kıvıran eleştirmenlerimize, ilk yönetmenlik denemesi olan bütün filmlere gösterilen hoşgörüyü niçin Russell Crowe’dan esirgediklerini sormak gerekir. İnsan bir şeyi överken de yererken de ölçüyü kaçırmamalıdır.
Film, cesurca savaşın acımasızlığını tüp çıplaklığı ile yüzümüze vuruyor. Cesetlerin bulunuşu, mezarlar, askerlerin ölürken çektiği acılar hiçbir şekilde üstü kapalı olmadan, uzun planlarla verilmiş. Başarılı bir makyaj çalışmasıyla yüzü dağılmış bir askerin çektiği acılar, dakikalarca sahnede gösterilerek savaşın ne menem sonuçları olduğu gösterilmiş. Son nefesini veremeyen, acılar içinde kıvranan kardeşini sabaha kadar teskin edemeyen ağabeyin dramı, insanın içini parçalıyor adeta. Gecenin sonunda yaşananlar ise, izleyenlerin kanını dondurmaya yetmiş.
Görünürde savaş filmi olan Son Umut, biz-siz meselesinde önyargıyı yıkma gerekliliğini savunmuş. Filmin savaş bittiğinde herkesin insan olduğunu hatırlatmasını gerçekten çok önemsiyorum.
Bu arada yönetmenin Türk olmadığı halde, o dönemi hem çevresel hem mekânsal anlamda çok iyi yansıttığını, bu açıdan filmin çok başarılı olduğunu söylemek gerekir. Mistik atmosfer tam kıvamında verilmiş. Dönemin hem dini, hem kültürel hem de Cumhuriyet’e yaklaşan temalarının hiçbirine saygısızlık edilmemiş. İşgal direnişi de perdeye çok iyi yansıtılmış. İstanbul’da işgal güçlerine karşı düzenlenen sokak protestoları Osmanlı kamuoyunun kuzu gibi olmadığını kayda geçirmiş. Bence de bu kareler güzel olmuş. Bu konudaki tek eleştirim, Mevlevi ayinleri (çocuğunu bu sayede bulacağı izlenimi verirken) filmin sonuna doğru biraz havada kalmış. Bağlam açısından bir yere eklemlenmemiş.
Oyunculuk bakımından bakarsak Russell Crowe’un diğer filmlerindeki (L.A. Confidential, Gladiator, A Beautiful Mind) kadar iyi olmasa da her anlamda usta olduğunu göstermesi açısından güzel bir film olmuş diyebiliriz.
Avustralya’dan ödülle dönen Yılmaz Erdoğan oynadığı her karede kelimenin tam anlamı ile döktürmüş. Son Umut’a sırf Erdoğan’ı izlemek için bile iki kere gidilir.
Cem Yılmaz bildiğiniz Cem Yılmaz. Göründüğü bütün sahnelerde, söylediği repliklerin tamamında bizzat kendisinin önerisi olduğunu ilk bakışta anlıyorsunuz. “Ulan Allah’sız gâvur” sözünün yabancı izleyicilerdeki tepkisini merak ediyorum. Cem Yılmaz, ne yaparsa yapsın Allah’ın kendisine bahşettiği komik adam tiplemesinden zor kurtulur. Organize İşler’deki amansız mafya karakteri olan Müslüm’e bile gülen bu seyirci, savaşın en kızıştığı anlarda perdede görülen Cem Yılmaz’a, hiç konuşmasa bile gülme krizine girebilir. Buna rağmen Cem Yılmaz, hayat verdiği Çavuş Cemal karakterinde harika oynamış.
Pek kamuoyunda konuşulmasa da, rolü kısa olan Salih Kalyon, göründüğü her karede diğer aktörlerden rol çalmış. Zaten Salih Kalyon’un filmografisine bakın, oynadığı bütün rollerde geçerli bu sözüm. Bakalım hangi yönetmenimiz Salih Kalyon’a başrol verecek? Sabırsızlıkla bekliyorum.
Kocasını savaşta kaybetmiş Türk kadını rolü için neden Olga Kurylenko’nun seçildiğini anlamamız zor. Herhalde işin o kısmını magazinciler çözüp (!) bize de söyler. Filmde sırıtan tek oyunculuk Ayşe karakterinde kendisini göstermiş.
Son Umut, bir şeyi çok istemenin ve inanmanın filmi, ayrıca Türk senarist ve yönetmenlerle çekilse, bu kadar iyi Osmanlı ve Türk imajı verilemeyecek kadar bizden bir film olmuş.
Künye
Senaryo: Andrew Anastasios ve Andrew Knight
Yapım: The Weinstein Company
Türk Dağıtımcı: Mars Film
Yapımcı: Andrew Mason ve Keith Rodger
Görüntü Yönetmeni: Andrew Lesnie
Müzik: David Hirschfelder
Genel Yayın Yönetmeni ve Kurgu: Mart Willa
Oyuncular: Russell Crowe (Joshua Connor), Olga Kurylenko (Ayşe), Jai Courtney (Yarbay Hughes), Isabel Lucas (Natalia), Yılmaz Erdoğan (Binbaşı Hasan), Cem Yılmaz (Çavuş Cemal) ve Salih Kalyon (Dr. İbrahim)
Yönetmen: Russell Crowe