RİVAYET doğru mudur bilmiyorum ama yazmakta yarar var. İsmet Paşa "Ben rakı sofrasından emir almam" deyip hır çıkarıp diklenmiş, tartışmış, kovulmuş, makamını kaybetmiş. Kendisini kovanın hastalığının ağır olduğunu biliyormuş. Birtakım gösteriler/tiyatrolar tertiplemiş. Meselâ Ankara'da stadyuma gitmiş, halka kendisini alkışlattırmış.
Millî Mücadele yıllarının Ankara müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi o tarihlerde DiyanetİşleriReisi... Onunla görüşmüş, dert yanmış, ah hocam vah hocam demiş...
İsmet Paşa gibi dine karşı biri din hocasıyla görüşüyor... Olur mu böyle şey? Olmaz olur mu?
Son 60 yıllık tarihimizde dinî şahsiyetlerin, dinî cemaatlerin, tarikatların büyük ağırlığı olmuştur.
Bu ağırlığı, bu tesiri yadırgayanların akıllarına şaşmak gerekir.
Masonların ağırlığı olacak da Müslümanların niçin olmayacakmış?
İki türlü iktidar vardır: Seçimle gelen siyasî iktidar.
Onun yanında birtakım paralel iktidarlar.
Bizde Sabataycı lobi (veya lobiler) paralel bir iktidardır. Yakın zamana kadar seçimle gelmiş ikidar ile Sabataycı iktidar arasında bir anlaşmazlık ve çatışma çıkınca birinci iktidar kaybediyordu. Şimdi durum değişir gibi.
Sünnî tarikatların ve cemaatlerin ağırlığı ve rolü olur da Alevîlerin olmaz mı? Bugün birkaç hayatî temel kurumda Alevî ağırlığı vardır.
Medya ülkemizde paralel bir iktidar değil midir?
Bizde ordunun siyasete karışmadığı söylenebilir mi?
Ya yüksek yargı...
Biz yine cemaatlere ve tarikatlara gelelim. Şu anda dinî bir cemaatin siyasette büyük ağırlığı vardır. Devlet içinde devlet, iktidar içinde iktidar gibi bir durum oluşmuştur.
Şu anda uyum içindedirler.Bu durum hep böyle devam eder mi?
Dünya iki padişaha dar gelmiş, kırk derviş bir kilime sığışmış...
Osmanlılar zamanında da bazı tarikatların büyük ağırlık, nüfuz, tesir sahibi olduğu görülür. Meselâ Halvetî tarikatı ile Fatih Sultan Mehmed'in aralarının açık olduğu iddia edilir.
Merhum Sultan Abdülhamid:
Tarikat mensubuydu.
Birkaç tarikata intisabı vardı.
Büyük şeyhi, Şazelî tarikatı postnişîni Muhammed Zâfir el-Medenî idi.
Yıldız sarayında Halebli Rufâî şeyhi Ebu'l-Huda es-Sayyadî bulunurdu.
Şam'da da şeyhi vardı.
Türkiye'ye İslâm ve Türkler tarikatlarla girmiştir.
Türkiye'de tarikatsız siyaset olmaz.
Tarikatsız iktidar olmaz.
Ama Mason tarikatı, ama dinî tarikat...
On beş sene önce Le Figaro (Paris) gazetesinin Türkiye mümessili zaman zaman ziyaretime gelirdi. Bir gün: "Ne garip memleket!.. Hem lâiklik var, hem de her siyasî liderin bir şeyhi var..." demişti.
İslâm'da din ve dünya, sprituel ve temporel ayırımı yoktur.Din ve siyaset her zaman birlikte olmuştur, olacaktır. Bu birliktelik:
Bazen uyum içinde.
Bazen çatışma şeklinde tezahür eder.
Bazen dine hizmet edilir.
Bazen din istismar ve istihdam edilir (sömürülür).
Sultan İkinci Mahmud ile Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa meselesini de hiç unutmamalıyız. Alemdar Mustafa Paşa Sultan Mahmud'un canını kurtarmış, onu tahta çıkartmıştı ama Yeniçeriler isyan edip Paşayı konağında muhasara edince Sultan Mahmud'un ona gereken yardımı yapmadığı rivayet edilir.
Bendeniz siyasetçi olsam, siyasete karışmış cemaat ve tarikatlara güvenmem.
Tarikatçı ve cemaatçi olsam, ne kadar dost ve yakın görünürse görünsün siyasî iktidara güvenmem.
Şu rivayeti de yazmadan geçemeyeceğim.
Sultan Üçüncü Selim'in feci şehadeti, Şehzade Mahmud'un asiler tarafından öldürülmek maksadıyla kovalanması sırasında saray personelinden biri, tahta çıkacak olan Mahmud'un canının kurtarılmasında rol oynar. Aradan yıllar geçer, bir gün Sultan Mahmud bu zatı görür ve ona şöyle der: Sizi her gördüğümde, canımı kurtarmış olduğunuzu hatırlıyorum...Yaşlı zat, estağfirullah efendimiz der ve susar. Aradan bir müddet geçer, bir fırsat bulur ve Padişaha:
Efendimiz, artık yaşlandım, müsaade buyurursanız Medine'ye hicret etmek, son günlerimi orada geçirmek istiyorum... der. İzin verilir ve gider.
Padişahlar, saltanatlarına ortak olmak bir tarafa, bazı kimselere çok minnet ve teşekkür borçları olmasını bile istemezler.
Bir tarikat veya cemaat paralel bir iktidar haline gelirse, o da müşareket kabul etmez.
* (İkinci yazı)
Doktor "İçimde bir His Var"demiş...
OTOPSİ, ölüm sebebini bilmek, öğrenmek, belirlemek maksadıyla bir kadavranın uzmanlar tarafından kesilmesi, açılması, iç organlarına bakılması, tahliller yapılması, sonra rapor verilmesi demektir.
Geçtiğimiz hafta, Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesinde 2 yaşında bir çocuk dereye düşmüş, bir müddet suların içinde sürüklenmiş, sonra çıkartılarak hastahaneye götürülmüş...
Doktorlar çocukla hemen ilgilenmişler, gerekli tıbbî müdahaleyi yapmışlar, hayatî fonksiyonları yerine gelmemiş, ailesine "Çocuğunuz maalesef öldü" demişler.
Ölüm sebebinin anlaşılması için cesede otopsi yapılacak... Pratisyen hekim Nurettin Kurt, iki hemşire, sağlık memuru cansız çocuğu kesecek açıp içine bakacak...
Doktor Nurettin bey, "Arkadaşlar, içimde çocuğun yaşadığına dair bir his var, bir kere daha kontrol edelim..." demiş. Kırk beş dakika boyunca "cesede" kalp masajı ve sun'î teneffüs yaptırılmış...
Ve çocuk canlanmış...
Sevinçli haber ailesine verilmiş...
Ailesi mezar kazıyormuş...
Hastahaneye gelmişler, çocuğu alıp köye götürmüşler...
Annesi gözyaşları içinde yavrusuna sarılmış...
Doktor Nurettin'in içine doğmasaydı, çocuk anatomi masasına yatırılacak, neşterlerle vücudu kesilip biçilecek, öncelikle akciğerlerine, sonra diğer organlarına bakılacaktı...
Yani ölmemiş bir çocuk kesilip biçilecekti...
Çocuğun ismi Samet Aydemir'miş... Samet çok talihliymiş, canını kurtarmış...
Osmanlı tarihinde, Padişahlardan birinin öldükten sonra mezarından boğuk sesler geldiği anlatılır...Çok acıklı bir hikaye olduğu için (yüreğiniz dayanmaz) burada tafsilatını yazmayacağım.
30.04.2010