Siyasetin hükümranlığı ve insanın saldırganlaşması

xxxx1

Modernlikle birlikte hayatın her alanının, siyasete indirgenmesinin hayatı sadece seküler alana hapsettiğini, dolayısıyla siyasetin kısa devre yapmasına yol açtığını söylemiştim.

Siyasetten hayatımızın her alanını düzenlemesini beklemek, siyaseti gereğinden fazla abartmak, fetişleştirmek ve siyasete aslâ taşıyamayacağı bir yük yüklemek demektir. Sözgelişi, kültür siyasetinden, ekonomi siyasetinden veya aile politikalarından, sağlık politikalarından sözederiz. Bunun tersi de doğru: Örneğin sadece kültür siyasetinden değil, siyaset kültüründen de, aile kültüründen de, sağlık kültüründen de, ekonomi kültüründen de sözederiz.

Tek örnek üzerinden gidecek olursak, kültür siyasetinden ya da siyaset kültüründen sözederken kültürü de, siyaseti de aynı düzleme indirgemiş oluruz. Ama bunun pek fazla farkında olmayız aslında. Aynı düzlem derken kastettiğim fenomen, monolojik, tek boyut'tur; salt fizik dünya'dır; seküler algılama biçimleri ve zihin kalıplarıdır.

Sonuçta hayatın antroposantrik, yani insanı tanrılaştıran, her şeyin merkezine yerleştiren bir konuma yükseltmemizi sağlayan siyaset de, kültür de, ekonomi de, sekülerleştirilmiş olur. Böylelikle Tanrı, Kâinât ve İnsan'dan oluşan büyük varlık zinciri'nin hiyerarşik yapısı alt üst edildiği için, hayata kozmosun (düzen, uyum ve bütünlük fikri'nin) hâkim olma imkânları iptal edilmiş, bunun yerine kaosun (düzensizlik, uyumsuzluk ve parçalılık fikri'nin) hâkim olması ve kozmos fikrini de ortadan kaldırması kaçınılmazlaşmış olur.

İnsanın hayatın merkezine yerleştirilmesinin, her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına getirilmesinin, insanın bencilleşmesinin, diğer varlıkları, Tanrı'yı, kâinâtı, tabiatı kendi kıt ve sığ aklıyla önce belli alanlara hapsetmesinin, sonra da kontrol ve kolonize etme saldırganlığına soyunmasının önü alınamamış olur.

İşte bu durumda, hayata sadece çıkarın, gücün, güçlü olanın hâkim olduğu ve haklı olarak kabul edildiği kaotik bir düzensizliğin çeki düzen vermesi önlenemez. Yeni düşünür tipinin en üretken ve vaatkâr temsilcilerinden Tahsin Görgün kardeşimin deyişiyle, o zaman hayata ve dünyaya barışı hâkim kılabilirsiniz ama sulhü ve sükûnu hâkim kılamayabilirsiniz. Meselâ Pax-Romana veya Pax-Americana / Roma-Barışı veya Amerikan-Barışı denen olgu böyle bir olgudur. Her iki durumda da barış, zor kullanılarak kısmen tesis edilmiştir; ama sulh, sükûn, emniyet, adalet ve hakkaniyet düzeneği kurulamamıştır.

Oysa Pax-Ottomana / Osmanlı-Barışı dediğimiz süreç, hâkim olduğu büyük küresel coğrafya üzerinde sadece barışın tesisine değil, aynı zamanda, sulhün, sükûnun, adaletin, hakkın, hukukun ve hakkaniyetin tesis edilmesine de imkân tanımış bir düzen ve düzenek üretmiştir.

Roma-Amerika düzen/ek/leriyle, Osmanlı düzen/eğ/i arasındaki bu niteliksel ve hayatî farklılık, Osmanlı'nın ürettiği medeniyet fikriyatının ve tatbikatının kozmos anlayışına dayanıyor olmasından; Roma-Amerika düzeneklerinin ise insanı tanrısal konuma yerleştiren, hayatı çatışma ve çıkar arenasına dönüştüren kaos / kültür anlayışına dayanıyor olmasından kaynaklanan bir farklılıktır.

Bugün dünyanın şiddetle ihtiyaç hissettiği şey, kozmos anlayışına dayalı bir dünya-hayat tasavvurunun yeniden hayata geçirilmesini ve böylesi bir medeniyet fikriyatının ve tatbikatının hayatiyet kazanmasını, çok boyutlu ve insan-Tanrı-kâinât arasındaki ilişkilerin yeniden tesis edildiği diyalojik bir düzeneğin inşa edilmesini sağlayacak yepyeni bir medeniyet yolculuğuna çıkılmasıdır.

Bunun yolu da, seküler-kapitalist, dolayısıyla çıkarperest, hedonist, bencil, çatışmacı, güçlü olanın haklı olarak kabul edildiği; her şeyi siyasete, tek bir düzeleme, tek bir boyuta indirgeyen; kaostan, katastroftan ve haksızlıklardan başka bir şey üretmeyen Batılı paradigmaların dışında yeni, kuşatıcı, kucaklayıcı, hiç kimseyi ötekileştirmeyen, herkesi özneleştiren yeni bir medeniyet paradigmasının geliştirilmesinden geçiyor.

Böyle bir paradigmanın yakın dünya tarihindeki en mükemmel örneğini bizim geliştirdiğimizi, bundan sonraki süreçte de sadece bizim geliştirebileceğimizi de insanlık tarihine bir bütün olarak baktığımız zaman görebilmemiz hiç de zor değil.

Ama buradaki yakıcı sorun, bizim böylesine zorlu ve uzun soluklu bir yolculuğa soyunmaya hazır ve hazırlıklı olup olmadığımız sorunudur. Her şeyi siyasete indirgememizin bizim gözümüzü, gönlümüzü, vicdanımızı, zihnimizi ve ruhumuzu nasıl körleştirdiğini, kötürümleştirdiğini kavramadan ve bu açmazı nasıl aşabileceğimiz konusunda kafa patlatmadan, bırakınız dünyaya bir şeyler sunabilmeyi, kendi ayaklarımız üzerinde durabilmemizin bile imkânsız olduğunu göremiyoruz bile. Bu konuya devam edeceğiz