Bugünkü siyaset anlayışında seçim dönemlerinde ortalık toz-dumana dönüyor. Adeta kimin eli kimin cebinde belli değil... Gündelik meşguliyeti nedeniyle duruma vâkıf olmayan sıradan insansa kimi dinlese haklı zannediyor. Başarınız ise cambazlık-hokkabazlık becerinizle orantılı... Bir şey yapmanız da gerekmiyor. İnsanların kafasında bir şey yapıyor fikri oluşturursanız söz de makam da sizin... Çünkü siyaset bir ikna sanatı ve nasıl ikna ettiğinizin de bir önemi yok… ‘Ankara’ya deniz getireceğim’ bile deseniz duruma teşne olabilecekleri bulabilirsiniz. Yeter ki, ikna beceriniz olsun... 'Aklıyla' hareket edenleri muhatap almak isterseniz eğer, varlığınızdan bile kimsecikler haberdar olmaz.
Hırs, ihtiras ve kin öylesine zirve yapmıştır ki, uçuruma gidiyor olsanız dahi görecek durumda değilsinizdir. Bu, II. Abdülhamit’e karşı Osmanlı’da da yaşanmıştı. Bakın bütün o olup bitenlerden sonra nasıl itirafta bulunmuştu o ateşli muhaliflerden birisi: “Abdülhamid düşmanlığı gözlerimizi o kadar kör etmişti ki, Mekteb-i Tıbbiye’ye İngiliz bayrağı çekecek kadar alçalmıştık.”
Ne kadar benziyor değil mi günümüz siyaset anlayışına... Söz gelimi fırsat bulsa FETÖ neyle değişmez mesela memleketi... Mesele A veya B partisinden çok daha öte anlam taşıyor oysa... Politik bakış açısı ile meseleler tahlil edilemiyor çünkü... Yaşanan şey bir vehim ve buna dayalı suizan... Yani olmayan bir şey üzerine verilen hüküm...
Her iddiaya kendi içerisinde mantıklı bir gerekçe bulabilirsiniz elbette ama, mantıksal açıklama iddianın doğru olduğunu göstermez. Sizi ikna etmek için elbette önünüze bir dolu gerekçe konabilir. Zira bu onların en mahir oldukları konudur; ‘hakikati saptırma' mahareti... Böyle olunca da ‘politikacı’ doğruyu-hakikati söyleyenden değil, hakikati en iyi kamufle edenden çıkıyor.
Çok laf söylemek, ortalıklarda gözükmek, her taşın altından çıkmak değildir marifet... Nitekim pek çok politikacı kendisinin de inanmadığı bir çuval dolusu laf eder kalabalıklar önünde, ama tamamı bir incir çekirdeğini doldurmaz. Kimi zaman muhatabın vücut dili, güzelliği-yakışıklılığı, kadın-erkek olması, giyim tarzı sizi yanıltır. Oysa önemli olan ‘zarf değil, mazruftur.’ Ama siyasi partiler "zarf" önceliklidir. Bu bir sorun değil midir sizce de...
Ben şahsen politik bir bakışın suistimale çok açık olduğu kanaatindeyim. Bakış açısı, hangi pencereden bakıldığı ve görme yetisi (basiret-feraset ya da vizyon) olayı doğru tahlil konusunda kişiye sınırlandırmalar getiriyor zira... Oysa marifet hakikati ifade etmektir ve iltifatı da gerektirmez. Ne var ki; politik angajmanın böyle bir derdi yoktur.
Öte yandan içeriğine bakılmaksızın bütün 'politik' söylemler değersizdir. Politik söylem ne mi dediniz; ‘aidiyet’ öncelikli söylenmiş sözdür. Parti, cemaat, kavim, etnik kimlik ya da kişisel çıkar... Çünkü bu söylemde hakikatin ne olduğunun bir önemi yoktur; bir şeyin ispatlanması ya da üstünü örtme gayreti vardır. Bu yüzden söylenen şey doğru olsa bile değersizdir. Çünkü niyet sakattır.
Siyaset kurumunu çirkinleştiren bizatihi insanın kendisi... Yani çirkin olan siyaset değil onu icra eden insan… Sorumlu insan için gündelik siyasette hemen her şeyin samimiyetten uzak olması siyaset kurumuna ilişkin büyük bir sorun... Bugünkü anlamda diyorum elbette… Yani parti politikası olarak… İktidar-muhalefet de farketmiyor. İkna etmeniz gereken bir kitle var ve başarınızı belirleyen de icraatınız ya da samimiyetiniz değil, ikna kabiliyetiniz…
İkna merkeze konunca inanmadığınızı da savunur, yalan söylemekten de çekinmezsiniz. İktidarsanız kendinizi her şeyi savunmak zorunda hisseder, muhalefetseniz başarıyı takdir etmez, itibarsızlaştırmanın yollarını ararsınız. Eğer kamu kaynakları elinizde ise, özellikle de seçim söz konusu olduğunda har vurup harman savurmakta bir beis görmezsiniz. Hiç kimseye de ‘hayır’ diyemezsiniz. Popülizm denen şey işte tam da bu... Siyasi destek menfaatle taçlanıyorsa, buna bir de kutsallar alet ediliyorsa, vah ki ne vah...