Bosna’ya her seyahatimde ilginç ve değişik birisiyle tanışmak nasip olmuştur. Bunlardan biri de Seyyid Baba’dır. Tam olarak yazmak gerekirse Prof. Hacı Seid (efendi) Strik diyebiliriz.
Benim tanıştığım Seyyid Baba, 70’ini aşmış, sevimli, bilge ve emekli bir pir-i fani idi. Kimi kimsesi olmamasına ve yalnız yaşamasına rağmen hatırı sayılır sayıda dostu ve seveni olan birisiydi. Kimya profesörlüğü yanında ilahiyat eğitimi de almıştı.
Seyyid Baba, Boşnak bir dostumun liseden kimya hocası idi. Benim onu tanımam bu dostum sayesinde olmuştu. Seyyid Baba sadece onun değil onun babasının ve kayınbabasının da hocası idi. Seyyid Baba’nın 42 yıl öğretmenlik hizmeti olduğu için bu çok şaşırtıcı gelmiyor. Dile kolay tam 42 yıl…
Bu 42 yıllık hizmetin farklı bir yönü de var. Seyyid Baba emekli olunca bir televizyon kanalı gelir ve onunla röportaj yapmak ister. Bu röportajın nedeni oldukça ilginçtir. Seyyid Baba’nın 42 yıllık öğretmenlik hayatında 1 gün dahi devamsızlığı yoktur. Kanal bunun sebebini merak etmiştir. Kendi içinde bir rekor sayılır. Bir işe 42 yıl boyunca devam edeceksiniz ve 1 gün dahi devamsızlığınız olmayacak. Özellikle benim için bu bir hayaldir.
Bu özelliğini duyunca “tamam aradığım adamı buldum” dedim kendime. Ben de merak edip sordum “Seyyid Baba, gerçekten bu doğru mu, 42 yıl boyunca 1 gün dahi devamsızlığın olmadı mı? “Doğrudur evlat” diye cevap verdi. “Yahu, bu süre içinde hiç mi hasta olmadın veya bir mazeretin olmadı ha?” deyince de “mesaiye engel olacak şekilde hiçbir şey olmadı ancak artık yeterince rahatsızlığım var” diye tebessüm ederek cevap verdi.
Seyyid Baba’nın diğer bir özelliği de sufi müziğe düşkünlüğü idi. Bu alanda Bosna’nın başta gelen kaynak kişilerinden biri olduğunu sonradan öğrenmiştim. Kendisiyle yapılan bir çok söyleşi dışında çok sayıda yabancı dile tercüme edilen makaleleri de varmış. İlk tanıştığımız zaman arkadaşlar sufi müziğe olan ilgisinden bahsetmişti. Elinin altında onlarca Osmanlıca ilahi ve kaside kitapları vardı. Seyyid Baba bu kitaplardaki ilahi ve kasidelerin çoğunu makamı ile birlikte ezbere biliyordu. Öyle ki bu ezberler ona, yavaş ve tek tek konuşulması halinde Türkçe anlama ve mukabele etme yeteneğini de katmıştı.
Bu kitaplara bakarken dede ve nineme bir kez daha rahmet okumuştum. Çünkü benzer kitaplar onlarda da vardı ve bu sayede ben genç yaşta Osmanlıca okumayı öğrenmiştim. Seyyid Baba bazı bölümleri bana okutmuştu. Fazla değil sadece 100 yıl önce kendi dilinde yazılmış bir metin ile karşılaşınca “Ben bunu okuyamam” demek ayıp olarak yeter diye düşünüyorum.
Kaynaklar zengin olunca bunların arasında melodisini bilmediği (veya yaşlılıktan hatırlamadığı) bazı kaside ve ilahiler çıkıyordu. Seyyid Baba da bana bunların melodisini bilip bilmediğimi soruyordu. Benim de bu alana fazla ilgim olmadığı için çok fazla yardım edemiyordum. Bir ara özellikle bir kasideyi sorunca ben de espri babında Boşnak arkadaşa “ Artık bu eseri rap tarzında okuyorlarmış, isterse bu tarzda okuruz” deyip bunu Seyyid Baba’ya tercüme etmesini istedim. Arkadaş ta “ Eğer bunu Baba’ya söylersek üçümüzü de pencereden aşağıya atar” demişti.
Bir gün hava çok uygun olmamasına rağmen Seyyid Baba ile pikniğe gittik. Bosna %70’i dağlık ve ormanlık bir ülkedir. Yalancı cennet manzarasına sahip çok güzel mesire yerleri mevcuttur. Piknik için özellikle fazla kimsenin gitmediği Monte Bjela (Türkçesi Akdağ) eteklerinde küçük bir derenin aktığı sessiz ve güzel bir vadi seçtik.
Zahiri güzelliğinin yanında bu topraklar biraz eşelesen kan ve barut kokar. Bunu da unutmayarak ve bu mekanların yabancı ve de hoyrat sesler yerine asıl sahiplerinin seslerine ve nağmelerine tanıklık etmesi arzusuyla ilahilerimizi, kasidelerimizi ve türkülerimizi yüksek sesle söyledik. Vakti gelince de ezanımızı okuyup namazımızı kıldık. Derin vadide ezan okumanın keyfini tecrübe etmeyen bilemez. Sesin vadide yankılanması, sanki İstanbul’da birbirine yakın iki selatin camiinin müezzinleri karşılıklı ezan okuyor havası ve hissi verir. Bu mekanları ezanımıza ve namazımıza da şahit ettik elhamdülillah.
Seyyid Baba tarihi de meraklı birisiydi. Bir ara Çanakkale harbinden söz açıldı. Ben de ona Çanakkale türküsünü bilip bilmediğini sordum. “Bilmiyorum” deyince kendisine türküyü okudum ve çok hoşuna gitti. Hemen sözlerini küçük bir not defterine yazdı ve ezberlemeye koyuldu. Piknikten dönerken temiz havanın ve bolca yenen etlerin rehavetiyle arabada herkes şekerleme moduna girmişken Seyyid Baba hala Çanakkale türküsünü kendi kendine mırıldanıyordu. Bu da beni memnun etmişti.
Sair zamanda beraber otururken Seyyid Baba’ya sık sık sarılıp “Şu mesaiye devam özelliği belki bize de sirayet eder” diyerek latife ediyordum. Muhterem de “tamam, ben sana el veriyorum, bundan sonra istediğin gibi olur inşallah” diyerek tebessümle mukabele ediyordu. Ancak bu işin pirini bulmama, o kadar da beraber vakit geçirmeme rağmen çok ta etkisinin olduğunu söyleyemem maalesef.
2010 yılı Mart ayında Seyyid Baba Hakk’a yürüdü. Saraybosna bir bilgesini ve saraylısını daha kaybetmiş oldu. Kendisini tanıma fırsatı verdiği için Rabbime şükrediyor ve Seyyid Baba’ya gani gani rahmet etmesini diliyorum. Adı gibi “Seyyid” makamında muamele görür inşallah.