Naim ÖZGÜNER 18.11.2016
Aşığın aşk halleri başkadır. Sıradan bir hal beklenmemeli. Aşık değilseniz ve ya olmadıysanız anlayamazsınız. Anlaşılmayı beklemez sizden. Siz çok merak edersiniz onu. Siz onu hiç ilgilendirmiyorsunuz. O size bir şey demez, ama siz ona deli, kibarca mecnun dersiniz.
Aşk halini yaşayan o, size ne oluyor ki ondan! Normal bir insanın duygu ve düşüncelerini anladınız mı ki aşığın duygularını anlayacaksınız! Aşığa Bağdat değil hiçbir şey sorulmaz. Adreslerle tariflerle işi ve ilgisi yoktur. Kendini kaybetti ki size ne tarif etsin!
Makam dinlemez, ferman dinlemez, fakir zengine, zengin fakire aşık olabilir. Aşığın nefesi is kokar. Sadece kendi duyar. İçinin ciğerinin yanmasıdır o koku. Kalbi aniden duruverir, hiç belli olmaz. Tıpkı Mısır Fatihi Yavuz Sultan Selime vurulan güzel cariyenin kalbinin aniden duruvermesi gibi.
Mısırı fetheden Yavuz Sultan Selim, bu fetihten sonra İstanbul’a dönmeden burada bir müddet kalmayı tercih eder. Fethettiği yerin devlet idare şeklini de düzene koymaktır niyeti. Sonra dönecektir İstanbul’a. Yazımızın kahramanı, Hünkarın çadırını süpürüp temizleyen, tertip ve düzen veren Mısır’lı cariyemizdir. Aşkının edebi, övgü ve senaların en büyüğünü hak eder.
Koca Hünkar’ın çadırının temizliği, tertip ve düzeninden sorumlu olan güzel cariye, Osmanlı Hünkarını hiç görmemiş, Hünkar çadırdan çıktığında gelir, gün boyu işiyle meşgul olurdu.
Yine böyle günlerden bir gündü. Vakit akşam üzereydi. Cariye çadırda ki işiyle meşgul olurken çadıra aniden yiğit ve heybetli biri giriverir. Bir an karşısında gördüğü bu heybetliden gözünü alamaz. Bakar, bakar. Sonra istemeyerek de olsa başını öne eğer. Daha önceden Mısır Fatihinin namını, kişiliğini, endamını, celal ve yiğitliğini bildiği için çadıra girenin Hünkar olduğunu anladı. İşini bitiren cariye bir şey demeden ya da diyemeden çadırdan çıktı ve gitti.
Ertesi gün Hünkar’ın çadırına gelen genç cariye, hala önceki akşamın tesirindeydi. Bu sabah erkenden gelmişti çadıra. Çadırın yamacında durup beklemeye başlamıştı Hünkarını. Yüreği pır pır ediyordu. Beklediği an geldi ve Koca Hünkar çadırından çıkıp giderken hayranlıkla, hasretle ve yüreğini ezip geçen bir sevdayla izledi cariye.
Omuzları geniş, orta boylu, bakışları dik ve yiğit bir delikanlıydı Cihan padişahı Yavuz. Cariye ise ince, nahiv, kibar ve hisliydi.
Mısırın fatihi Yavuz, güzel cariyesinin kendisi için yanıp tutuştuğundan habersizdi. Günden güne büyüyen sevda için kalpten habersizdi. Sevda ateşi ise günden güne cariyenin kalbini yakmaya devam etmektedir. Zira zaman gittikçe daralmakta, günler tükenmektedir. Biliyor ki gönlünü yakan aşk ateşinin kahramanı, Mısır’ı terk edip İstanbul’a sarayına dönecek.
Güzel ve nahiv cariye, kalbindeki ateşin sönmesi için çok gözyaşı döktü, fakat dinmedi. Tek çare kalmıştı, o da sevdasını Hünkara söylemekti. Ama buna da çok cesaret gerekirdi. Sonra Hünkarın tavrı ne olurdu. Ciddiye alır mıydı? Önemser miydi? Ya da öfkelenir cezalandırır mıydı? Fakat aşkın makamında olanlar için herkes eşitti, zengin fakir, siyah beyaz, Yusuf Züleyha, padişah cariye ayırımı yoktu. O öyle bir güçtü ki bermuda şeytan üçgeni gibi yakınında olanları kara deliğine çeker, bir daha da çıkamazlardı.
Biz böyle diye duralım mısırlı güzel cariye sevdasından dolayı günden güne eriyip gitmekteydi.
Her sabah bir umutla varıyordu çadıra. Fakat koca Hünkar, cariyesinin durumundan habersiz çıkıp gidiyordu. Haberi bile yoktu cariyenin kendine olan tutkulu aşkından. Cariye için artık bir karar verme zamanı gelmişti.
Ve bir sabah çadırın içerisini düzenlerken Selim Hanın yastığını severken kararını verdi. Zira Sultan’ın karşısına çıkıp derdini dile getirip söylemesine cesareti yoktu. Akşam işini erken bitirdi, küçük bir kağıda ufak bir not yazdı ve Hünkar gelmeden evvel çadırı terk ederken yatağın üzerine bıraktı. Bu notta üç kelime yazılıydı; “Derdi olan neylesin?”
Akşam çadırına gelen Yavuz Selim Han, yatağının üzerinde ki küçük notu görür, alır ve okur: “Derdi olan neylesin?” Notun ne demek istediğini anlamıştı. Hissiz değildi elbette ki! Koca Hünkar da olsa, Mısır’ın fatihi de olsa o da bir kalp taşıyordu. Ama bir padişahtı. İdare başka kalp işi başkaydı. Karıştırmamalıydı. Duygularını bastırmak mecburiyetindeydi.
Cariyenin yazdığını anlamıştı. Kağıdı çevirdi, arkasına cevabı yazdı: “Derdi neyse söylesin” Sabah küçük notu yatağının üzerine bırakır, yüzündeki güzel ve küçük bir tebessümle çadırından çıkar ve giderken, çadırının yanında köşede cariyesinin beklediğinden habersizdi.
Cariye, Hünkar çadırdan uzaklaşır uzaklaşmaz hemen çadıra girer ve doğruca notu bıraktığı yatağa gider. Notunun bıraktığı gibi yerinde durduğunu gören cariye, birden ümitsizliği kapılır. Yoksa okumadı mı. Kağıdı aldığında arkasını çevirir ve Kalbinin fatihinin notunu gördüğünde yüzünde tebessümler açar. Belki de o yüz şimdiye kadar öyle bir tebessüm etmemişti. O gün akşama kadar çadırda sevinç ve mutluluk içerisinde hizmetlerini bitirip çadırdan çıkarken aynı kağıda kendi yazdığı notun altına şu cümleyi yazdı: “Korkuyorsa neylesin?”
Cariyenin ve Koca Hünkarın kibar ve nezaketinde hiçbir fark görülmüyordu. O koca Sultan, kalbe ait keyfiyetlerde cariye de olsa nasıl seviyeli ve halden anlayan tavırlarıyla sözlerini yazıyordu. Önemli olan kalbin sadefinde yer alan duyguların ulvi olmasıydı.
Akşam çadırına gelen Sultan Selim, aynı notun altında bir başka yazının yazıldığını görür ve okur. Sabah çadırından çıkar ve gider. Geceyi biraz zor biraz ümitli, biraz korku biraz sevdalı geçiren cariye sabah gelir gelmez çadıra girer, yatağın üzerinde ki kağıdı alır. Bilir bir şeyler yazıldığını. Heyecandan kalbi pır pır titrer. Göğsüne bastırır. Açar bakar ki Hünkarın notunda şu yazıyordu: “Hiç korkmasın, söylesin.”
Öyle ya. Karşında ki sıradan bir insan değildi. Celalli bir padişaha, Mısırın fatihine, Kutsal emanetleri İstanbul’a getiren, kendini Mekke ve Medine adına hadimu’l harameyn bilen bir Padişaha yazılıyordu bu notlar.
Karar vermişti artık. O akşam gitmeyecek, çadırda bekleyecek, durumu, yaşadıklarını, kalbindeki olanları kendisine anlatacaktı. İster cezalandırsın, ister azarlasın, isterse kovsun. Akşam olduğunda çadırına gelen Selim Han, cariyenin elleri edeple bağlı, gözleri yerde, kendisini bekler halde gördü. Halife içeri girdiğinde kendisine temenna duran cariyesine yaklaşır, cariyenin kalbi yerinden çıkacak gibi oluverdi. Gözlerine nasıl bakacaktı. Derdini anlatabilecek miydi.
Cariyesine şefkatle yaklaşan Halife sordu: “Buyurun, sizi dinliyorum” Cariyenin başı eğik, gözleri yerde, bakamıyordu. Söz söyleyecek takati kalmamıştı. Ama ne çare. Söylemeliydi.
Başını kaldırdığında kendine şefkatle bakan iki gözle karşılaştı. İşte o an yere düşmek üzereydi ki Sultanın kolları tutuverdi, düşmekten kurtardı. Yavuz’un kolları arasında olduğuna inanamazken, son takatiyle bir kez daha savdalısının yüzüne baktı, titrek ve mahcup bir fısıltıyla: “Efendim…Cariyeniz size…” diyebildi, sonunu getiremedi, cümlesini tamamlayamadan son nefesini verdi.
Uzun kirpikleri bir daha açılmamak üzere kapanırken, sevgi edep ve macubiyet yüzünü al al etmişti. Sevdasını itiraf edemeden ruhunu teslim etmişti. Aşk şehidiydi. Çünkü sevdasını söyleyememişti. Hep içinde gizli tutmuştu.
Kolları arasında ruhunu teslim eden bu uzun kirpikli, güzeller güzeli cariyesine bakarken gözyaşlarını tutamamıştı koca Hünkar. Ah-u enin eden feryadını duyup gelenlerden gözyaşlarını gizlememişti.
Bir insanın haki-i aşk la sevilme ihtimali kaç ta kaçtı? Koca Selim han işte böyle bir aşkla sevilmişti. Böylesine coşkulu bir adanmışlıkla sevilme ihtimali çok zayıftı. Seven cariye de olsa!