İbrahim, “UYUMA” diye bağırdı. Bütün gücü ile Halil’i sarstı… Tepki vermediğini görünce yüzüne hafif hafif vurmaya başladı. Halil fısıltı şeklinde;
-Konuşmaya mecalim yok, göğsüm daralıyor, ne olur biraz su ver, diye yalvardı.
-Suyu getirinceye kadar, sakın gözünü kapatma diye sıkı sıkı tembihledi.
-Tamam, bekliyorum diye mırıldandı.
Beklemek ne zor şeymiş. Sanki yıllar geçti, kuzeni İbrahim kendisine su getirirken. Aklına çocukluğu geldi…
Köyündeki genç imamın aşırı gayretleri, o döneme göre hayli şaşırtıcı kabul edilecek tarzda ilkokul öğretmeninin teşviki ile ilkokul sıralarında çok güzel Kur’an okumaya başladı. Köyün imamı, Halil’le kendi çocuğu gibi ilgilenmiş, ilkokulu bitirdiği sene hafızlık yapmak için hazır hale gelecek kadar kendisini yetiştirmişti. Hafız olmak istemesine rağmen, babası hayata en az iki yıl geç atılacağı gibi ekonomik gerekçelerle bu isteğini kabul etmedi. Kur’an aşkı gönlüne düşen Halil, yaşadığı kasabada tek yatılı Kur’an Kursu’nun idarecilerine gitti. Fakat kursun hem bütçesi, hem de yatılı bölümü bir öğrenci daha kabul edecek durumda değildi.
Halil, olumsuz cevap karşısında çok üzülse de pes etmedi. 40 km ileride daha büyük bir ilçe vardı. Ara sıra alışveriş için babası ile oraya giderdi. Hemen oraya giden minibüse bindi. İlçedeki üç Kur’an Kursu’yla görüştü, üçünden de olumsuz cevap aldı. Dördüncü ve son yatılı kurs şehrin biraz dışında, Öğlebeli denilen mevkideydi. Minibüse binerse dönüş bileti için parası yetişmiyordu. Yürümeye karar verdi. Bir saat sonra, dik bir yokuşun tepesindeki kursa vardı. Mümkün değil cevabını duyunca kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Kurs sorumlusuna “buradan daha ileriye gitmek imkânım olsa yürüyerek oraya giderdim. Fakat babam daha uzakta okumama kesinlikle izin vermez, ben hafız olmak istiyorum, bana yardımcı olun” diye yalvardı. Merhamete gelen kurs müdürü talim üzere Fatiha Suresi’ni okumasını istedi. Gözyaşları içinde sureyi bitirdi. “Sabah bir veli gelip çocuğunu aldı, bir öğrencilik yer açıldı, yarın velinle gel kaydını yapalım” cevabı karşısında Halil’in yaşadığı sevinç, kurs müdürünü ziyadesiyle duygulandırdı. Halil daha sonra arkadaşlarına “rahmetli annem mezarından kalkıp oğlum diye bana sarılsaydı o kadar sevinmezdim” diye o anki mutluluğunu tarif etti. Akşam yalvar yakar babasını da razı etti.
Azmin elinden bir şey kurtulmaz. Halil iki sene dolmadan hafızlığını bitirerek icazetini aldı. Hafızlık yaptığı şehirdeki İmam-Hatip Lisesi’ne kayıt oldu. Okulun o zamanlar yatılı kısmı olmadığı için kalacak yer sorunu ortaya çıktı. Çaresiz babanın imdadına, uzak akrabası yetişti. “Alışıncaya kadar ilk yıl benim evimden gitsin” dedi. Başkasının yanında okumak bir öğrenci için öğrencilikten başka her şeyle uğraşmak demekti. Halil bütün bu sıkıntılara göğüs gerdi, ilk yılı bitirdi. İkinci, üçüncü yıllarda da başka akrabalarının yanında idare etti. Artık büyümüş tam bir ergen olmuştu. Akrabaları Halil’in yanlarında kalamayacaklarını münasip bir dille babasına söylediler.
Liseye başladığı yıl, babası kiralık bir ev tuttu. Okuluna en uzak mahalleden tutabildi evi. Kuzeni İbrahim ile birlikte kalacakları yer, ev sahibinin bahçesinde, ahırdan bozma, dört tarafı tahta örtülerle kapatılmış, çengelle kapısı tutturulmuş izbe bir mekândı. Ev sahibi bütün samimiyeti ile zaten söylemişti gerçeği: Koyunları varken onlar için yapmıştı bu yeri. Şimdi temizleyip, küçük bir tuvalet ve lavabo eklemiş, öğrenciye ucuz yollu kiraya vermişti. Başka çaresi olmayan Halil burada kalmaya başladı. Evin kirası ve diğer ihtiyaçları için, her hafta sonu ve tatillerde bulduğu bütün işlerde çalıştı.
1983 yılı Mart ayı ülkenin birçok yerinde olduğu gibi bulunduğu yerde de çok çetin geçti. Kar yüzünden okullar iki hafta tatil edildi. O iki hafta ahırdan bozma evinden dışarı çıkamadı. Yakacağı yoktu, soğuktan korunmak için evlerinin ortasına dört tane yorgandan çadır kurmuştu. Bu yorganlar rahmetli annesinin yadigârıydı. Çadırın içinde piknik tüpüne taktıkları aparatla ısınmıştı. Bu durum çok tehlikeli olmasına rağmen soğuktan donmamak için başka çare bulamamıştı.
Okulların açılması ile derslerine devam etti. Dışarıda lapa lapa kar yağdığı bir gün, öğlen namazı için okulun lavabosuna abdest almaya gitti. Tesadüfen orada bulunan sınıf arkadaşı Mehmet, Halil’in yazlık ceketinin içine kısa kollu gömlek giydiğini gördü. Tarihinin en soğuk günlerini yaşayan şehirde bir insan kış ayını paltosuz nasıl geçirirdi? Soğuğun, insanın iliklerini dondurduğu günlerde yazlık ceket ve kısa kollu gömleği niye giyerdi? Gözü kör olsun yoksulluğun. Ertesi gün, daha ertesi gün bilerek takip etti Halil’i. Yine kısa kollu gömlek, yine yazlık ceket. Durumu sınıf arkadaşı Erol’la paylaştı. O da vakit kaybetmeden meslek dersleri öğretmeni Hayati Bey’e durumu izah etti.
Hayati Bey, hem hafız olduğu hem de çok başarılı gördüğü için Halil’i ayrı bir severdi. İçi parçalandı. Öğretmen arkadaşlarından ve bazı velilerden Halil için para topladı. Hafta sonu, bir bahane ile Halil’i çarşıya götürdü. Palto, ceket, gömlek, ayakkabısı parçalanmış olduğu için de güzel bir bot aldı. Halil’in ihtiyacım yok demesine aldırış etmedi.
Halil bu hediyeler karşısında çocuk gibi sevindi. Hayatında ilk defa yeni, daha önce başkası tarafından kullanılmamış bir paltosu oldu. O kadar sevindi ki, kar yağarken ıslanır, kötü olur korkusu ile yeni paltosunu evine giderken poşetten çıkartmaya kıyamadı. Evine kadar öylece gitti. Kuzeni, çok şaşırdı ama kıskandığını da gizleyemedi. O hafta sonu çok hastalanan kuzenine, benden daha çok ihtiyacı var diye yeni paltosunu hediye etti. Pazartesi günü okula yine ceketi ile gitti. Hocasına gözükmemek için çabalasa da öğlen arasında ceketle yakalandı. Hocasının kızmaması için, paltoyu çok hastalanan teyze oğluna verdiğini hemen söyledi. Hocası zararı yok deyip, o akşam yeni bir palto hediye etti ona.
Derslerini başaran Halil, lise ikinci sınıfa teşekkür belgesi alarak geçti. Birkaç ay önce yeniden evlenen babası üvey annesinin de etkisi ile artık okula gönderemeyeceğini çocuğuna söyledi. Zaten kıt kanaat geçiniyor, boğazını doyuracak bir lokma ekmeği zor temin ediyordu. Bir de oğlunun okul masrafı için ayrıca para ayıramazdı. Sabaha kadar ağladı. Halil, ne pahasına olursa olsun, okumak istiyordu. Köylerine gelip, maden ocağında çalışmak için geçici işçi arayan kişi ile birlikte Edirne Uzunköprü’de bir maden ocağında çalışmak için yola koyuldu. İşin ucunda para kazanmak olunca kuzeni de onunla birlikte gitti.
Maden ruhsatsız olarak işletiliyordu. Zor şartlar altında bir ay kadar madende çalıştı. Bir ayın sonunda madende göçük meydana geldi. Yaklaşık on kişi mahsur kaldılar. Temiz hava, yaşadıkları paniğin de etkisi ile sanki daha çabuk bitti. Halil, kuzeninin tüm ısrarlarına, uyarmalarına hatta tokatlamalarına rağmen mecalsiz kaldığını hissediyordu. Bir müddet sonra nefes darlığı çekmeye başladı. Kalbinin yerinden fırlayacak gibi çarpmasına engel olamadı. Öleceğini hissetti. Bu maden onun mezarı olacaktı. Öldüğünü duyunca arkadaşlarının üzülüp üzülmeyeceğini merak etti. Hayati Hoca’sının lapa lapa kar yağarken kendisine palto alması aklına geldi. Kimden, nasıl öğrenmişti acaba? Hocasına ayrıca dua etti. Şiddetinden yerin sarsılacağını düşündüğü ölüm bu kadar kolay olabilir miydi? Küçüklüğünden beri, vefat edinceye kadar “hafızım” diyerek Halil’ini seven annesini kendisini izlerken gördü. Bu madende onun ne işi vardı? Aklına, annesine sarılan arkadaşlarını gördükçe gizli gizli ağlaması geldi. Ölürse annesine doyasıya sarılabilir miydi? Evlat kokusu diye bir şey duyduğunu hatırlıyordu ama anne kokusu var mıydı gerçekten bilmiyordu, daha doğrusu hatırlamıyordu.
Her zaman, her yerde olduğu gibi Kur’an okudu. Gözyaşlarına engel olamadı. Teyze oğluna “inşallah sen kurtulursun, rahmetli annem gözümün önünden gitmiyor. Bu dünyada istediğim tek şey hafızlıktı, Allah bu nimeti bana nasip etti. Cesedimi buralarda bırakma beni annemin yanına götür, doyamadığım kucağına bırak” diyerek ruhunu teslim etti…
YAZARIN NOTU: Daha önce başka bir sitede yayınlanmış bu yazı, gerçek bir öyküdür. Halil, lise birinci sınıfta beraber okuduğumuz Hafız Halil Dibekçi’dir. Mekanı cennet olsun…