Kelimelerin altında yatan hikâyelere yolculuk yapalım istiyorum. İnsanoğlunun kalbinde her daim övünülme egosu yatar. Birileri tarafından övünülelim, beğenilelim, sevilelim vs. vs.. Biz bu olayı şöyle bir düşünce tartıyla soru çatısı altına sokarız.
“İltifat mı marifete tabi, marifet mi iltifata tabidir”, deriz. Günümüz de her şey terse sardı. Eskiden duyduğumuz bir olayı korkusuzca yanıtlarken, şu an iki kat düşünüp araştırıp, delillerin sayısını fazlalaştırıp o şekilde düşünce platformumuza ekliyoruz. Dün evet dediğimiz bir olayı, bugün hayır diyebiliyoruz. Neden mi? İnsanların duygularındaki değişiklikler.
Günümüz insanları eski insanlar gibi asla değil, gelecek korkusu iki katına çıkmış şekilde yaşam mücadelesi veriyorlar. Neden bu korku iki katına çıktı? Diye bir soru oluşuyor ve gözlemlerimde insanların bitmek bilmeyen açlık hissiyatları diye adlandırabiliyorum. Kimse kimseye yardım etmek istemiyor. Dil ile yardımlaşma daha bir yaygın ama asla fiziki yardımlar yok denecek kadar az. Nasıl bir toplumdan geldik soruyorum.
Bizler sofraya oturmadan önce çevremizde ki komşularımızı doyurup öyle sofraya oturan nesilken. Şimdi nasıl bu duruma geldik şimdi size soruyorum?
Ben cevap vereyim öyle kimseler var ki yardım yaptığını sanan kimseler, yedikleri yemek artıklarını komşuya soğuk bir şekilde sunan kimseler. Oysa anne ve babaları sofraya oturmadan dağıttırırdı. Şimdiki nesil yemek yedikten sonra artıklarını komşusuna ikram ediyor. Evet, o eski nesiller nereye gitti!
Bir küçük oda da kaç kardeşle büyüyen anne, babalar. Bugün ben şu kadar metre karelik evde otururum diyen nesillere nasıl kaydı merak ediyorum. Bir evi, bir arabası varken yetmeyip daha dahasını isteyen insanlar olmayı nasıl başardık soruyorum! İnsanların ellerindeki ajandalarına ne yazdıklarını çok merak ediyorum.
Bitmek bilmeyen istekler, bitmeyen taksitler dünyada kalacak milyon adet eşyanın hesabıyla uğraşmamın çilekeş hazzını yaşayan milyon adet insanın olduğunu çok iyi biliyorum. Peki bu kadar çile kısacık yaşayacağınız bir ömür için mi? Birde şunu ekleriz bir daha mı geleceğiz dünyaya alalım onuda gitsin..
Konu konuyu açacakken hemen toparlamak istiyorum. Bazı cümleler insanın ufkuyla adeta dalgasını geçer. Bir cümle oluşturalım o zaman daha iyi anlaşılacak ne demek istediğim.
“Aslı, sana güveniyorum, sen bu işi yaparsın.” “Bunun üstesinden gelse, gelse Aslı gelir demiştim.” “Helal olsun sana!” “Seni inan hep takdir, ediyorum.”
İlk etapta güzel gelir kulağa. Oysa gizli tesellilerdir. Tabiri caizse bu zorlu yolu tek başına atlatman gerek, benden umudunu kes, demenin kibar anlatımıdır aslında. Senin yanında olmamız çok zor biz kendimize zor yetiyoruz, birde sen çıkma be gülüm demenin en kibar anlatımıdır. Helal olsun demek..
Kimseye güvenmemeyi öğütlerden önce öğretti bize çevremiz. Etrafımızda o kadar çok parazit canlılar var ki sizin onları görmeniz için zor anınızı iyi gözlemlemeniz yeterlidir.. En zor anınız da önce onların cıyak seslerini duymayacaksınız. Öyle ki teselli cümleleri bile kısık ateşteki çorba gibi tıngırdayacaktır.
İnsanların yalan dünya diye tabir ettikleri gerçek dünya da çok azık biriktirmelerinden kaynaklandı gerçek insanları yitirmeleri. Sonra ilerleyen zamanlar da kafalarını vuracak kaya arayacaklar ama onu da bulamayacaklar. Çünkü etrafta ne taş ne kaya bıraktınız insanoğlu. Her tarafı evlerle donattınız kızınıza, oğlunuza doğmamış torununuza ev aldınız. Sonra bizim bu halimiz ne olacaksa dediniz. Abdest alıp namaz kıldınız. Ne dostunuzu avutacak bir cümle kurabiliyorsunuz, nede kendinizi görecek kadar aynaya bakabiliyorsunuz.
Velhasıl uzun lafın kısası övgü sözleri insana sadece şunu söylüyor: “Başının çaresine bak, bana bulaşma dostum.”, diyor vesselam.