Baykan Sezer’in sosyolojinin kurucu filozofları hakkında bilgi verirken adını zikrettiği beş düşünür var: Saint Simon, Auguste Comte, Karl Marks, Emile Durkheim, Max Weber. Bu beş düşünürün tümü de Batı endüstri toplumlarının işleyişi hakkında fikir verdi ve Batı’nın dünyanın öteki ülkeler üzerindeki hakimiyet tasavvurunu onayladı. Batı kendi gelişmesini kolonyalizm üzerinden gerçekleştirdiği halde bu filozoflar sanki gelişimin ana sebebinin endüstriyel üretime bağlı olduğu iddiasında ısrarlı idiler. Bir tarih kurgusu geliştirildi. Bu tarihe göre Batı endüstriyel devrimle zaman boyutunda bir sıçrama yaptı ve diğer toplumsal yapıları “geçmişe ait” kıldı. Batı’nın “gelişmemiş” Doğu’nun tarihte kalmışlığını vurgulaması ile Batı dışı toplumlar durumlarına göre barbar, köleci, feodal sayılabildiler. “Doğu toplumları Batı’nın üstünlüğünü kabule zorlanırken (…) kendi özel kimliğini kazanması bir yana gelişme çizgisinde daha da gerilere doğru itilmektedir” (1). Batı toplumlarının kendi iç dinamikleri nedeniyle gelişmediği hususunda Sezer’in vurgusu kolonyalizm üzerine yoğunlaşıyor. “Batı endüstri devriminden bu yana yeryüzünde büyük bir güç sahibidir. Ancak bu güç hiçbir zaman yalnızca kendi emek ve çabasının ürünü değildir. Bu nedenle kendisine büyük olanaklar kazandıran pazar yasalarını kutsallaştırmıştır. (…) Dünya iktisadi yaşamının geleceği (…) dünya pazarlarını denetleyen karar merkezlerince planlanmaktadır. (…) planlama Batı – dışı ülkeler için her şeyden önce büyük devletlerce gelecek yıllarda kendilerine uygun görülmüş rol ve yerin belirtilmesinden başka bir şey değildir” (2). Batı,endüstridevriminin ürünleri ile zenginleşmeye uğramamıştır. Ürettikleri ürünleri satabilecekleri pazarlar bulabildikleri ölçüde endüstri devrimini sürdürebilmişlerdir. Bu tür ekonomik sistem ile Doğu toplumlarını Batı’ya boyun eğmeye zorlamışlardır. Demek ki Batı modernleşmesinin ve dünya egemenliğini ele geçirmesinin nedenidinsel (Protestan) veya çalışma kültürleri değil; Doğu üzerindeki ekonomik yağmayı her devirde sürdürebilmesidir.
Batı toplumları bütün dünyanın endüstrileştirilmesi için çalışıyorlar. Kendi üretim arzlarının tüketimi ve bu tüketimin temin ettiği iktidarın devamlılığı için kaçınılmaz süreç bunu gerektiriyor. Ancak bunu uygarlığı Batıya aitliğinden çıkarıp “dünyasallaştırmaya” uğratarak başarıyorlar. Geleneksel usullerdeki üretimi nicel manada katlayan endüstri üretimi, zamanı da mamül maddenin bir verimi halinde kavrıyor. Böylece ilkellerin saatinde zaman mamül maddeyi üretirken tarihin yürüyüp geldiği “şimdiki çağda” mamül madde üretilmiş halde dünyaya arz edilmiş halde bulunuyor. Bolluk toplumu oluşturup “zamanın onu yemesi” isteniyor. Tüketim problemi nedeniyle Batı, “öteki ilkel adamı” sömürgeleştirip asimile etmek ve Batı’nın yaşadığı “dünyaya” katmaya çağırıyor. Dünyasallaşma ile endüstrinin insanlığın ortak kaygısı olması sağlanıyor. Endüstri eleştirilmekten kurtarılıp tarihin son aşaması haline geliyor. Modernitenin “zamana” yaptığı bu müdahale, Batı ile Batı- dışı toplumların aynı zamanı paylaştığını inkar ediyor. Nitekim bizde de Cumhuriyet seçkinlerinin “muasır medeniyete erişmek” söylemiyle idealize ettiği kalkınma fikri, Batı- dışı bir toplum olarak “bizi” geri kalmış bir saate/ zamana itmekte idi. Çağdaş yaşama kavuşma ideali, Batı’nın Osmanlı’yı askeri ve ekonomik manada yenmesi nedeniyle Batı’nın pratiği ile temsil edilmişti.
Kemal Karpat bundan bir süre önce verdiği röportajda modernitenin istikameti bakımından “sömürge” teorisini temel almayan farklı bir bakış ifade ediyor. Karpat’a göre Türkiye’de günümüzde görülen en önemli sosyal olayı, taşra kasabalarında, şehirlerinde doğan bir orta sınıfın, yavaş yavaş meydana çıkarak, ekonomik güç kazanması, sosyal mevkilere gelmesi hadisesidir. “Bu yerel ve muhafazakâr orta sınıf, devlet kuvvetiyle iktidarın sahibi olmuş ve zenginleşmiş orta sınıfın yerini alıyor. Günümüzde Türkiye’de olup bitenler, bir bakıma laiklik maskesi altında cereyan eden çatışma, aslında, yeni bir orta sınıfın, Cumhuriyet elitleriyle birlikte ortaya çıkan orta sınıfla değişme sancısıdır. Devleti temsil eden eski kurumların bu gelişmelere uygun düzenlenmesi gerekiyor. Yargı, ordu, parlamento, vs.” (http://www.haber7.com/haber/20090615/Karpat-Laiklik-altinda-iktidar-kavgasi.php). Karpat’ın nihai hükmü şu: Müslüman hüviyetinizle modern olabilirsiniz!
Batı modernliğinin merkezi rolü hakkında eleştiri, kolonyalizmin Batı ile özdeş tutulması, modernitenin yeniden tanımlanması gereğini zorluyor. Modernlik ortaya çıkışından beri tüm “yerellikler” karşısında önce kendini dayatıyor ve sonra da kurbanı tarafından taklit edilir hale gelişi programlıyor. Afrika’dan Amerika’ya getirilen kölelerin en sonunda artık Afrikalı olamayacak denli “modern” kılınması buna çarpıcı bir örnek sayılmalı. Sömürge bakışını kaydıran yeni bir modernite yorumu akademik çevrede yoğun bir şekilde çalışılıyor. Nitekim “modernitenin yerlileşmesi” ya da “ekstra moderniteler” gibi kavramlarla “çağımız, modernitenin sınır bölgelerinde, Batı- dışı mekanlarda büründüğü biçimler aracılığıyla, yeni bir modernite yorumunu telkin etmektedir” (3). Göle’ye göre bu yorum kendiliğinden ortaya çıkmamıştır; hem modernitenin tekçi anlatısına ve hem de Avrupalı olmayan pratiklerin kavramsal çarpıklıklarına yönelik eleştirilerine dayanıyor. Çoğul modernitelerden bahsedilmeye başlanıyor. Yerellik değil küresel hareketlilikten bahsedilmesi gerekiyor. Göle’nin burada işaret ettiği şey İslami kimlik üzerinden ifade edilecek olursa “dindarlığın kamusallaştırılmasıyla dinden çıkış” anlamına gelmektedir. Batı dünyası ile Müslüman dünya arasındaki karşıtlık, İslami hareketlerin dini yeniden kamusal alana sokmaya çalışması ve İslam’ın siyasallaşması nedeniyle erimektedir. İslamcılık modernizme benzer bir tavra yakalanmaktadır. Göle, İslamcılık ve modernizmin insanının “özne” ve “habitus”un (kendi kaderini tayin eden sübjektif insan) inşası ile uğraştığını söylüyor (4). Göle, bu noktada “kadın”ı en çok çatışma çıkaran “uygarlık sorunu” halinde görür. Kadının kamusal alanda görünürlüğü geleneğin uzun vadede geri dönüşüne imkan vermemektedir. Dinsel pratikleri yöneten artık İslam’ın kurumları değil, Müslüman öznenin dinsel anlam arayışıdır.
İslamcılık kendi kavramları üzerinde Müslüman bir hayat inşası yolunda yürümediği ölçüde modernizmi yeniden üretmektedir. Müslüman öncüler ve fukaha geçmişte dünyevileşme meselesine karşı koyacak kurumlar üzerinde çalışmışlar ve “erdemli toplum”a varan yapılar geliştirmişlerdi. Ev, mahalle, vakıf, toplumsal kefalet gibi yapılar Müslüman adamı hem sekülerleşmekten muhafaza ediyor ve hem de Allah’a yönelişi “biz” olan bir özneye cemaat içinde varlık veriyordu. İslam toplumlarında mahalle, ev (avlu) iç içe geçmiş “mahrem açık alanlar” kuruyordu. Peygamber’in de (asv) davetinin daha başlangıcında “özneleri” biz duygusu ile davranacakları çoğul varlıklara tahavvül edecek kardeşlik müesseselerine sevkettiği hatırlanmalıdır. Hatta bir dönem için aralarında kardeşlik tesis edilen kişilerin birbirlerine mirasçılık statüsüyle bağlandığını tarih kaydetmektedir. Modernleşme ile Müslümanlar “mahrem alan” yerine kamusal alanın özerkliği için kavga vermektedirler. Kamusal alan mücadelesi Müslümanları sekülerleştirmektedir. Tekil Müslümanlıklar kurarak modernleşme kuramlarını güçlendiren İslamcılık, modern toplumlara “cemaat” ve “kardeşlik” müesseseleriyle cevap üreterek sekülerleşmeden kurtulmanın yollarını aramalıdır. Böyle bir arayış sömürgeciliği püskürtmenin de imkanlarını bahşedecektir.
- SEZER Baykan, Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları, Sümer, 1988: 58
- SEZER, 1988: 97
- GÖLE Nilüfer, İç İçe Girişler İslam ve Avrupa, Metis, 2009: 103
- GÖLE, 2009: 138