Büyük ve misyonlu devletler günlük değil uzun vadeli planlamalar yaparlar. Kimi zaman yüz yıllık… Bugün kurumsallaştığını düşündüğümüz ve esasen seküler sistemin egemen olduğu devletlerde bu planlamanın ekonomik, siyasi ve askeri ayağı varsa da, en önemli ve insana-topluma dair ayağı olan sosyal ayağı son derece zayıftır.
İnsanlar özgürlük adına bireyselleştirilmiş, çerçevesini de kendilerinin çizdiği bu özgürlükler kutsanmıştır. Seküler temellere dayalı bu yaklaşımla bütün din ve felsefelerde kabul gören aile müessesesi ihmal edilmiştir. Bunun hard versiyonu olan ruhsuz sosyalizm bir utanç abidesi ve insanlığa ihanet sembolü olarak tarihin derinliklerinde yok olup gitmiştir. Soft versiyon ise biraz daha zeki gözükmektedir ve bir sorun olduğu varsayımından hareketle bu sorunun teşhisi ile meşguldür.
Refahı daha fazla ve sadece kendisi için kazanma dürtüsü olarak tanımlayan Batı, toplumun harcı olan aileyi ikinci plana itmiştir. Oysa aile demek fedakârlık demektir, çocuklar için yaşamak, bölüşmek demektir. Seküler felsefede bunların hiçbirisinin karşılığı yoktur. İnsanlar evlenmekten bile kaçınmaktadır. Zira evlilik kadın için çocuk, dolayısıyla ayak bağı, ayrıca masraf demektir. Erkek için de eş öyle… Bu yüzden nüfusu sürekli azalan, işgücü ithal etmek zorunda kalan, yaşlanan ve yaşlanınca yalnızlaştıran bir sosyal ilişki doğmuştur bu medeniyette…
Düşük olan doğumların birçoğu da gayrimeşrudur. Gayri meşru olmasa bile aile mefhumunun zayıflığı nedeniyle çocuklar aile sıcaklığı ve ortamında değil kreşlerde büyütülmektedir. Kimisi de gayri meşru olarak edindiği çocuğa bakamayacağını düşünerek büyütülmesi için devlete teslim etmektedir. Babası terketmiştir çünkü… Aile mefhumunun hala farkında olmayan Batı, nüfus artışına bir çözüm olarak böyle bir durumu teşvik bile etmektedir. Örneğin Almanya’da böyle bir uygulama vardır ve şu felsefeden hareket edilir; ‘siz doğurun bize teslim edin, bir bakar büyütürüz…’ İnsanı sadece fizyolojik ihtiyaçları ile sınırlandıran seküler düşünce kendisi gibi ruhsuz yani… Oysa aile çocuk için sevgidir, ana kucağı güven veren sıcak bir yuvadır. Ve bunun kreşlerde yaşatılması da mümkün değildir. Bu konuda da çaresizdir yani seküler dünya…
Batı toplumlarında, kimi Hristiyan mezhepler hariç, evlilik bir aile müessesesi değil cinsellikle sınırlı bir çıkar ilişkisine dönüştürülmüştür. Hatta evlilik müessesesi de değişime uğramış, ‘birlikte yaşama’ kültürü gelişmiştir. Bunu aşan ilişki biçimleri (erkek erkeğe evlilik gibi) bile kimi ülkelerde sadece sosyal değil, hukuken de kabul görmüştür. Böyle olunca boşanma batıda ‘çantasını alıp gitmekle’ eş anlamlıdır. Eşlerin birbirlerine hiçbir zaman tam bir güveni yoktur. Bu ilişki biçiminden daha fazla etkilenen de doğal olarak kadınlar ve varsa çocuklardır. Çünkü kadınlar fiziksel olarak daha zayıf, ruhsal olarak daha hassastır.
Bu seküler düşüncenin dünyanın geleceği için oluşturduğu tehdidi görebiliyor musunuz… Ve elbette vahye olan ihtiyacı… Demek ki Allah emr-i bil-ma’rufu, emredenken, nehy-i anil-münkeri önümüze koyarken yine bizim geleceğimiz içinmiş… Üstelik sadece ahiret değil, buradaki geleceğimiz için de… Ama seküler, yani Allah’ın dininden-vahyinden beslenmeyen o küçücük beyiler bunu nasıl kavrayabilir ki…
Vahyin sınırlamaları aslında yine insanın kendi refahı-saadeti için konmuştur. Tabi refah, saadet ve huzurun çerçevesini İslam değil de kapitalist-sekülarist, pozitivizt ya da başka bir ideoloji çizerse, söz konusu huzurun yakalanması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Kısa vadede faydalı imiş gibi gözüken bu taşkınlıklar uzun vadede bireyin de toplumun da altına konan dinamittir.
Bu yüzden eğitimli (aslında sadece öğretimli) olan pozitivist, kapitalist, sekülarist insan modeli sadece ekonomik açıdan değil bütün ilişkileri bakımından ‘vahşi’leşmektedir. Nitekim Amerikalı’nın, Rus’un, İsrailli’nin bu anlamda eğitimli olmadığı söylenemez. Ama savaş meydanında tam bir ölüm makinasına dönüşmektedirler.
Pozitivizm ise; kapitalizm, sekülarizm gibi somut, belki bu düşünceleri üretenler bakımından bazı işe yarar yansımaları olsa da, insanlığa en az sosyalizm-komünizm kadar zararlı bir düşüncedir. Zira bu düşünce (sosyalist düşünce) kaba ve cebri yöntemlerle insanları tekdüzeliğe zorlarken, aynı şey mevzubahis (pozitivist) düşünce tarafından fevkalade sinsice profesyonelce ve ikna yöntemiyle yürütülmektedir. Bugün ‘Batı’ ile temsil edilen bu düşünce, modernizm adı altında tüm dünyada kabul ettirilmiş, insanların zihinsel algılarını büyük ölçüde ‘tekdüze’ hale getirerek alt kültürleri yok etmiştir.
Seküler Batı felsefesi çeşitlilik ortaya konuyormuş gibi gözükmesine rağmen aslında bütün alternatifleri yok etmektedir. Kapitalist sistemin hareket noktası olan daha fazla kazanma dürtüsü insanı bu bakımdan da ‘standartlaştırmıştır.’ Globalleşme olarak önümüze konan bu kutsal pazarlamasını; bütün insanların benzer şekilde düşünmesi, benzer şeylerden zevk alması, benzer tüketim alışkanlıkları sergilemesi, daha çok tüketmesi, gösteriş kültürü vb gibi insanların aslında zayıf ve kötü tarafından faydalanmak suretiyle yapmaktadır. Artık kendini gizleme gereği de hissetmeyen bu düşünce, gerektiğinde sert gücünü de göstermekten de çekinmemektedir.